4 Mayıs 2012 Cuma

Fanatik


Yine birikti içimde yazmaya yazmaya demek ki... Yaşam tarzım gereği sosyal medyanın ve sosyal bir ortamın içerisinde günde yaklaşık 100 kişiyle birlikte vakit geçiriyorum. Bu egoist, kralcı konuşmalar ciddi anlamda beni benden alıyor...

   Sporu spor olarak görür, Atatürk'ün dediği gibi "Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim." En basitinden bir Wiki alıntısı yapalım; Spor ya da idman önceden belirlenmiş kurallara göre, kişisel veya takım halinde yapılan rekabet amaçlı yarışma ve kişisel eğlence veya mükemmelliğe ulaşmak için yapılan fiziksel aktivitelerdir. Spordaki en önemli etmenler, kişilerin fiziksel kapasiteleri, yetenekleri ve galibiyete olan inançlarıdır. Spor, kişilerin yaptıkları hareketlerle birlikte, top, hayvan gibi birtakım objelerle yapılan hareketlerin tümünü kapsamaktadır.


   Var mı bu bölümde anlaşılmayan bir şey? Rekabet ve eğlenceden bahsediliyor. Şimdi, düşününce günümüzde en çok futbol konuşuluyor. Buna hiç şüphe yok. En yaygın, para getiren, bilinen sporumuz futbolda belli maçlarımız, güçlü takımlarımız, liglerimiz vb kategorize edilebilecek birçok şey var. Şampiyonluğa ulaşmak için belli sayıda takım belli bir yarışa giriyor ve maç yapıyor. Bunun sonuna tabii ki en iyiler kalıyor ve ne yazık ki gün geliyor, Galatasaray ile Fenerbahçe karşılaşıyor...

   Karşılaşmanın amacı, iki takımdan birinin öne geçerek daha fazla puan kazanması, dolayısıyla kupaya yaklaşmasıdır. Bu karşılaşma "centilmenlik" kuralları dahilinde, belli kurallar ile yapılır. Sonra iki takımdan biri kazanır, diğeri kaybeder, olay da burda sona erer.

  İşte bu noktada Türk insanımız durmuyor (Türk diye genellemek istemesem de yurt dışındaki benzer olayların takibini yapmadığımdan konuşmak istemem). Şikesinden bir başlıyor muhabbet, bilmem kaç yıllık alınamayan kupaya, bilmem kaç milyon euroya alınan oyuncuya, kaleciye, seyirciye, teknik direktöre kadar gidiyor... Ben bunu anlamıyorum. Adamlar maç yaptı, biri kaybetti diğeri kazandı. Sen de oradaki oyuncuları seviyorsan, onların izinden git. Centilmen ol, tebrik et.

   Bir yerden sonra olay bağırış çağırışlara, el kol hareketlerine neden olur hatta... Çok iyi hatırlıyorum, ben küçükken Fenerbahçe'yi tutardım, amcamda Beşiktaşlıydı. Ben, ya bana öğretildiğinden, ya da içimden geldiğinden hatırlamıyorum amcamın elini sıkardım TV başında maç başlarken. "Hadi bol şans" derdim daha 8-9 yaşımda. Kazandığında tebrik etmeyi, kaybettiğinde gülüp "Başka sefere artık" demeyi bilirdim.

    Özellikle Türk insanı gibi sıcakkanlı, cana yakın insanları nasıl bu hale getirdiler çok merak ediyorum... Nerde kaldı centilmenlik? Nerde kaldı sportmenlik? Nerde kaldı alçak gönüllülük? Ben bir maçı hatırlıyorum, beşiktaş ile adını hatırlayamadığım bir takım arasında oynanan... Beşiktaş seyircisi, diğer taraftara "Sen bizim kardeşimizsin" diye tezahürat yapıyordu. (Bu kısmı bilen varsa iletsin de düzeltelim :) )

    Şimdi bakıyorum 8taş, fenevbahçe gibi şeyler yazılıyor, karşılığında köpek, hayvan gibi ayrı tezahüratlar bulunuyor... Nereye yahu bir durup bakın kendinize diyesi geliyor insanın. Yap rekabetini, koy yüreğini ortaya inan lafım yok ama aynı vatanın milletin çocuğu, birbirine futbol takımı yüzünden düşman olur mu? Maçına gittiği, deplasmanda, adı üzerinde misafir olduğu yerde koltukları söker mi? O da senin paranla oluyor?

   İnsanların içindeki o egoyu nasıl da çıkardılar ortaya... Herkesi kraldan çok kralcı yapmayı nasıl da başardılar aklım hayalim almıyor... Birkaç cümlede ufak sahneler kuralım bakalım çok mu kötü bu durumun tam tersi...

   Galatasarayın stadına arabanızla gidiyorsunuz, camlar açık elinizde bayraklar sallanıyor... Trafik bu, yanınıza beklerken fenerbahçe bayrağı sallayan bir araba yanaşıyor. Gözgöze geliyorsunuz dolayısıyla... "Bu sefer bizim bak, bırakmayız" diyerek gülen bir taraftar düşünün... Nasıl güzel geçer o yolculuk?

   Fenerbahçenin gol attığı takım seyircisinin "Kolaysa bir tane daha, bizde sıra korkma" gibisinden bağırdığını düşünün...

   Farklı renkte atkılar, yüz boyaları, bereler, formalar giymiş insanların aynı barda içip, maç saati gelince yola koyulduğunu düşünün...

   Çok mu kötü bu senaryolar? Çok mu zor rakibine şans dileyip yendiğinde tebrik etmek? Senden daha iyi olanı takdir etmek bu kadar mı zor?

    Futbol benim için amacı dışında kullanılan bir spor dalı artık... Kuruluş amacı daha iyiyi belirlemek, farklı takımlarla oynamak, eğlenmek, tabir-i caizse birbirlerinin boy ölçüsünü almakken şimdi küfürlü bestelerin yapıldığı, taşların sopaların eksik kalmadığı, insanların birbirin öldüresiye dövmeye çalıştığı, kin beslenen, medyanın alet edildiği, üzerinden politika yapılan saçma sapan bir olaya dönüştü...

   Ne diyeyim, yazık ediyorsunuz güzel geçebilecek tüm günlere, tüm maçlara. Hem kendinizi, hem takımınızı, hem ülkenizi rezil ediyorsunuz. Başka diyecek laf yok.

   Kendi takımınızın kurucusu, sahibi, oyuncusu bile sportmen tavırlardayken kraldan çok kralcı olan sizler her şeyi berbat edenlersiniz; taraftar ya da fanatik değil.

29 Nisan 2012 Pazar

Yapmiyoruz


Artık konuştukça kalıplaşmış laflar bunlar değil mi? Ya söylüyor ya da duyuyoruz hep birlikte... "Adamlar yapmış abi", "Adamlar yapıyor, helal olsun..." ve bunun gibi kalıplaşan daha nicesi var yabancılar için...


Forever Living Production'da çalışıp konferans için Antalya'ya gelen bir müdürün anlattıklarını aktarmak istiyorum. Antalya'dan gitmeden önce limandaki milyon dolarlık bir tarihi eser olan evi satın alarak gittiğini belirtirsem geliri hakkında bilginiz de olmuş olur.

"Daha başlardaydım ve olmuyordu. Olmadığı apaçık ortadaydı çünkü kıdem atlayamıyordum. Ama müdürüm sayamayacağı paralar kazanıyordu. Gidip ne yapmam gerektiğini sordum. Aldığım cevap; söylersem yapamazsın. Çok ısrar ettim haftalarca çalıştım olmadı ve tekrar tekrar sordum; nedir bunun sırrı? Yine aynısını söyledi, sen yapamazsın. Bir kaç ay sonra kendisini ikna ettim ve ne kadar hırslı olduğumu da belli ettim. Bir gün arayıp çağırdı. Bilmek istiyor musun diye sordu bana. Evet dedim hemen, söyleyin. Hayatımdaki en berrak cevabı aldım o gün. "Yap!" Şaşkın şaşkın baktım bir süre. Anladı ve yineledi, "yap", olur mu olmaz mı diye düşünme, detayına girme. Aklına gelen ve yapman gerektiğini bildiğin herşeyi sadece "yap!" Ve yıllar sonra müdür olarak karşınızdayım."

Ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur. Ancak biraz daha körükleyelim şu ateşi. "Yap"mıyoruz. Ders çalışmamız gerekirken çalışmıyoruz. Bir program yapıyor ama uymuyoruz. Pc başına geçtiğimizde dil öğrenmeyi, bir kaç programdan çakacak kadar çalışmayı dileyip onun yerine oyuna giriyoruz. Spor yapabilecekken burger yiyoruz. Araştırma kitapları okuyacakken araba, bilgisayar dergilerine bakıyoruz. Peki sonu ne olacak?

Kendimiz için çalışmamız gerekmiyor mu? Vatanamız için? Ailemiz için? Çevremiz için? Doğacak çocuklarımız ve sonraki neslimiz için?

Doğruları konuşalım. Tembeliz. Egocuyuz. Ve bu ikisi yanyana gelince de bilgisayar başında oyun oynayarak adam kesiyoruz. Onu da beceremiyoruz ya... Beş Türk'ün bir kişiye saldırdığını ve öldürünce gülüp ezik dediğini bilirim. Ya da 2 kişi saldırıp da kesemeyince bildikleri 2-3 ingilizce kelimeyle küfrettiklerini. Tamam haklısınız bu işin oyun tarafı. Daha genciz, çocuğuz... Peki hani ağaç yaşken eğilirdi? Bu çocuğun ilerde vatana millete ne gibi bir faydası olacak?

"Yap"mıyoruz arkadaşlar. Çalışmıyoruz. Kendimizi disipline edemiyoruz. Uzay bilimcilerimiz bu yüzden yok. Dünya bilimcilerimiz. Uzay istasyonlarımız. Astronotlarımız. Cern yok bizde. Nasa da yok. S.W.A.T yok. FBI yok. CIA yok. NSA yok. Peki bu -bana göre sözde- milliyetçi insanım neden Osmanlı'dan kalan mirasını değerlendirmek yerine hazıra konup tamamını yiyor?

Önce etrafına bakınca neşe dolacak insan. Moral bulacak. İnsan insandan, insan doğadan güç alacak. Ben dün sabahın 5'inde evden çıkıp kafa dinlemek için dolaştım. İnanın bana hava karanlıkken İstanbul daha güzel. Ne sokaktaki çöpler, izmaritler, sigara paketleri gözüküyor, ne dünya güzeli akan deremin üzerini tutmuş yosun tabakası, ne de sahilimin rengarenk çöplük haline gelmiş kıyısı... Güneş ağırdıkça hava aydınlandıkça üzüldüm. Memleketime de insanıma da vatanıma milletime de üzüldüm. Bunu mu hakediyoruz?

Hadi başa gelenler adam değil diyelim. Bizler genciz. Tabir-i caizse tuttuğunu koparan, dünyanın en güçlü, en verimli hayatını veren yaştayız. Bizimde mi aklımıza gelmiyor? Apartmanların arasındaki boş bir arazideki çöpleri atmak. Sahilde gezerken bir şeyleri toplamak. Derede yüzerken "benim toprağım temiz olacak arkadaş" demek. Sürü psikolojisiyle "burada nasılsa çöp var ben attım çok mu?" diyen insandışı varlıklara kararlılıkla ve sabırlılıkla karşı koymak. Tek bir izmaritin olmadığı yerde yere izmarit atana gidip soramıyor musunuz hesabını? Yanınızdan geçen görevliye ya da polise şikayette bulunamıyor musunuz?

Hepinizin öyle temiz kalbi olduğuna inanıyorum ki... Çoğunuz benden bile fazlasını düşünmüşsünüzdür bence. Ama değişen birşey olmuyor. Çünkü;
"Yap"mıyoruz.

Bir not: Bloğa RSS sistemini koyabildik sonunda, dilerseniz sayfanın sağından abone olabilirsiniz. Nitekim sık sık güncelleniyor bloğumuz, eğer bloğu takibe almak istiyorsanız abone olmanızda fayda var.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Kisilik


İnsanoğlu kendini geliştirip elini, dilini, beynini av dışında kullanmaya başlayalı bir soruyu kendine sormaya başladı.
Neden yaşıyoruz?



Başta insanlar avcılık yaptı. Yaşamak için yediler. Şimdi işler değişti. Yemek için yaşıyoruz. En güzelini yemek için. Ama bu konuda yaptığımız hataların ardı arkası kesilmiyor gibi...
Dönüp tarihe bir göz atalım... Aristokratlar, filozoflar neleri aramış nelerle ilgilenmiş... Simya, felsefe taşı, ölümsüzlük, savaş makinaları, iksirler, şifa verici karışımlar vs vs... Peki amaç ne? Kim neyle yaşıyor?
Asker onurlarıyla, çocuklar hayalleriyle, yaşlılar anılarıyla, diplomatlar planlarıyla... Peki sonu nereye varıyor ?
Yine dönüp dolaşıp bu döngüdeki başlangıç noktamıza geliyoruz. Onurluyuz, hayallerimiz var, anılarımız var ama boşluktayız. Burada devreye size bu seçimleri yaptıran etkenler geliyor. Aile, çevre ve kişilik.

Ailenin at gözlüklü hayata bakış açısı edinilebildiği gibi bu görüş 1. nesil tarafından terkedilir. Tabir-i caizse; sonradan çıkan boynuz kulağı geçer. Ama tek başınıza atlatamazsınız. Burada devreye arkadaşlar girer, çevre girer.
Çevre her halükarda etkendir. Söylenmiş onca atasözü bu gerçeği gözler önüne serer. Nasıl karar vereceğiniz sorusuna gelince de ortaya bu mekanizmayı çalıştıran ve yaşamınızın ne zaman, nasıl, nereye yöneleceğini ortaya koyacak "Kişilik" cevabı bulunur...

Kişilik parmağın bıraktığı iz değil dokunduğu yerdir. Gözün rengi değil baktığıdır. Aklın IQ'su değil nereye çalıştığıdır. Kişilik her insanı birer birey yapandır.
İşte tüm bu karmaşa burada son buluyor. Yaşama amacımız dünyayı fethetmek, milyarlarca dolarla yaşamak değil. Anlayacağınız dilde bahsedecek olursak sevdiğiniz charı kasmaktır.
Kişiliği etkileyen faktörleri anlattık. Peki gelişim nasıl olacak?
Atam söylemiş; "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." İnsanın özgüveni aklından önce vücudunda başlar. Aklınızdaki hayaller, planlar ve stratejiler çok önemli ve özel olsa dahi yeri gelene kadar ortaya çıkaramazsınız. Nihayetinde vücut sizin zihninizi taşır ve her aynaya baktığınızda göreceğiniz o'dur.

Vehbi Koç bir gün üç oğlunu yanına çağırmış: "Size bu ileri yaşımda hayat görüşümü sayılarla anlatmak istiyorum" demiş ve en küçük oğluna dönerek şunları söylemiş;


"Sen bütün kardeşlerin gibi sağlam bir bedene sahipsin, sağlık bir değer demektir, onun için önündeki kağıda bir sayısını koy. Bu yıl liseyi bitirip diploma alacaksın. Lise öğrenimi az şey değildir, onun taşıdığı değer için 1’in yanına bir sıfır koy. Sonra inşallah küçük ağabeyin gibi üniversiteye gidip, orayı da bitireceksin, yüksek öğrenimin için de önündeki rakama iki sıfır ekle. Ondan sonra askerlik görevini yapıp terhis olacaksın, o aşamayı geçince değerin daha da yükselecek, bunun için de birer sıfır ekle. Böylece her başarılı adıma kendi değerine ekleyeceğin sıfırlar çoğaldıkça, değerin de artacak.
Fakat görüyorsunuz ki çocuklarım, bütün bu sıfırlar, ancak öndeki bir rakamı ayakta durduğu müddetçe bir değer ifade ediyorlar. Yani insanın sağlığı iyi oldukça, öteki başarıların da bir değeri olabilir. 1’i kaldırırsak geriye kalan sıfırlar ne kadar çok olursa olsun, değerleri yalnız sıfırdır. İşte evlatlarım, hayat boyunca en değerli şey burada gördüğünüz gibi, sağlıktır." 

Dış katman tamamlandığına göre içeri geçebiliriz.
Başta dünyevi zevklerin insanı cezbetmesi vardır. Zina, haram gibi dinimizce yasaklanmış kriterleri modern çağa göre düzenleme şansımız yok. "Şimdi batılılar çok rahat 16'sında bakire kız kalmıyor ben yapsam çok mu?" diyerek kolaya kaçmak herkesin işine gelir. Ama unutmayın ki din zamana uyarlanmaz.
Bir peygamber Allah'a sorar; "Allah'ım ne zaman kıyamet kopacak?" Yanıt şaşırtıcıdır; "Birkaç gün sonra."
Dünyada yaşanmış binlerce, milyonlarca yılın başka bir boyutta sadece 1-2 gün olduğunu düşünüp yapacağınız yanlış hareketleri önceden bir daha düşünün. Ateşle oynamak iyi değilken kimse kendini içinde bulmak istemez.

Açgözlülük, tabi günümüzde daha çok paragözlülük de en az diğer etkenler kadar mühimdir.
"Sultan Süleyman'a kalmadı bu dünya, sana bana kalmaz."
Ne kadar çalarsanız çalın... Ne yaşlanmama ne de ölmeme şansınız yok. Ve düşünün öyleyse. O durgun günler geldiğinde pişman olacak mısınız? Geriye dönüp bakıp da keşke diyecek misiniz? Derseniz de, neye yarayacak? Alınmış onca ahın cevabı nasıl verilecek?

Vehbi Koç oğlu Rahmi Koç'a iki mektup verir; "Birini ben ölünce aç, ikincisini de beni defnettikten sonra açarsın' der. Vefat ettiğinde Rahmi Bey ilk mektubu açar. Mektupta, "Oğlum, senden tek bir isteğim var; beni çoraplarımla gömsünler".
İmam tüm ısrarlara rağmen bu talebi kabul etmez. Rahmetli Vehbi Koç ister istemez çorapsız defnedilir. Defin işlemi bittikten sonra Rahmi Koç ikinci mektubu açar: "Bak oğlum bir çift çorap bile gotüremedim". 


Bu dünyada yaptığınız mal varlığı, birikim, borç ... Hepsi burada kalacak. Ve artı olarak, eksi olarak ruhunuzu takip edecek. O gün geldiğinde düşünün ki yalan söyleyip de kandırabileceğiniz hiçbir fırsat olmayacak. İnkar edemeyeceksiniz, elleriniz "aldım", ayaklarınız "gittim" diyerek şahitlik edecek.

O zaman dönüp düşünelim hep birlikte. Kişilik için aslında ne gerek sorun kendinize...
Aileniz ne derse desin, çevrenizde ne olaylar dönerse dönsün, aklınızdan neler geçerse geçsin.
Mantık, din, ahlak, görgü ve vicdan. Bu 5 temel ilke sizin "kişiliğiniz" olacaktır.
Girdiğiniz ortamda size bakış açısını, çıktığınız ortamda arkanızdan konuşulacak lafı ve öldüğünüzde edilecek duaları yine kendiniz belirleyeceksiniz. Ancak konuşmayacaksınız. "Kişiliğiniz, kaderiniz olacak."

Yalan

Elbet içinizden birinin de yatsıya kadar yanan bir mumu olmuştur. Yalanının ışığında karanlıkları aydınlatabildiğini sandığı bir mumu. Oysaki gecenin en ıssız ve karanlık anında söner o mum, o an gelip mum söndüğünde birşeyler için çok geç olmuş olabilir. İşte o an pişmanlık ateşinde kaybolur insan, aklına o an yalan söylemek yerine neler yapabileceğini getirir ve "keşke" der. İnsanın en büyük ömür törpüsüdür şu 5 harflik "keşke" kelimesi.

Bir mumun aydınlığıyla yetinemez insan, yanına bir mum daha yakmak ister sonra bir mum daha ve sonra bir tane daha. Sönen her mumun yerine iki tane yakar insan, çünkü farkedilmiş bir yalanın telafisi çok daha zordur  ve bu zorluğun içinde en kolay telafi yolu ise yalandır. Bir süre sonra asla rahat yaşayamadığını anlar, odasını aydınlatan mumların sürekli yenilenmek zorunda olduğunu anlar, sürekli yalan söylemek zorunda olduğunu anlar.




Oysa yalanın mumu yerine doğrunun ışığını seçebilse insan. Ah bir kez olsa da şu nefsini yenebilse. Odasının karanlığına bir gece daha katlanıp da doğruyu söylese ve her gece mumlarını yenilemek zorunda olmadan bir doğrunun ışığıyla yaşayabilse hayatını. İşte bunların farkına çok geç varır insan, bir gün gelir yalan söylemek istemez ve odasındaki tüm mumlar söner. Farkına varır yanlış yaptığının ve yalan söylememesi gerektiğini anlar ama o an da bir "keşke" daha saplanır hayatına, güvensizlik bırakmaz yakasını söylediği hiçbir kelime doğru değildir artık bir başkalarına göre. Asla doğruyu söyleyen birinin rahatlığını yaşayamaz yalancı kişi. Çabuk yaşlanır, çabuk bıkar hayattan.

İşte yalan böyle illet birşeydir dostum, yalan seni "keşke" lere iter ve her bir "keşke" ömründen birkaç yılı daha götürür.

Mumların sönmeden üfleyiver hepsine ve otur kendi karanlığında. Bu yaptığın ilk doğrun olsun ve aydınlansın karanlıklar doğrunun ışığıyla.

27 Nisan 2012 Cuma

Uyumak


Ne yoga, ne meditasyon, ne ilaç ne de benim bilmediğim farklı bir yöntemle olmayacak bu iş. Sinirleniyorum elimde değil.  Benim gibi düşünenler için sormak istiyorum, merak ediyorum pes mi etmeliyiz?

Atalarımızın bize bıraktığı mirasa göz atarak ve oluşumun kademelerini takiben başlayalım. ..


Osmanlı Devletin'de yaşanan savaşlara bakıyorum, onurla gururla çarpışmışız, korkusuzca. Vatan için, toprak için, milletimiz için. Nedeni ise onların da atalarından gördükleri ve memleketin, toprağın değerini bilmeleri. Nedenini biliyorlar çünkü cenkle aldılar topraklarını, canlar, kayıplar vererek. Ben kabul ediyorum bu konudaki eksikliğimizi. Babam derdi ki “Siz daha bir kez para için çalışmadınız, mal değeri bilmiyorsunuz.” Şimdi anlıyorum ki haklıymış. Ama benim için söylemiyorum, milletim için söylüyorum. Hem de açıkça… “Biz mal değeri bilmiyoruz.”

Yaşadığımız sorun bu şimdi. Elimizdekinin değerini bilmiyoruz. Batılılaşma hareketlerimiz yanlış olduğundan mıdır? Özentilikten midir? Bunları da istediğiniz gibi tartışın, tartışalım. Ama bana sorarsanız yersiz, gereksiz. Tabii ki farklı görüşler de haklı çıkabilir. Batılılaşma demek 16 yaşında kız ile erkeğin birlikte olmasına eyvallah demekse, batılılaşma demek babanın karşısına çıkıp da “babalık geceyi dışarıda geçiriyorum” diyebilmekse, batılılaşma demek “selam kardeşim, nasılsın?” yerine “ne haber moruk?” diye sormaksa tamam, siz haklısınız. Ağzımı açmıyorum. Ama bir insandan, kuruluştan, ulustan ya da basit bir hayvandan herhangi bir alıntı yapacaksanız, sadece iyi yanlarını almanız gerekir.

Modernleşeceğiz derken bize bırakılan değerleri kaybetmemeye özen göstermek gerekmez mi? Başkasından önce aile dinlenmez, büyüklere saygı gösterilmez mi?

Yanlış bence şu noktada… Desteklenmemesi gerekenler destekleniyor. Medya yanlış kullanılıyor. Türk insanı değer verilmesi gerekene değil, değer arayana değer veriyor.

Soruyorum size, çok mu gerekliydi Ajdar? Ya da Esra Ceyda kardeşler çok mu önemli bizim hayatımızda? İzdivaç programlarında 15 dakikada tanışıp evlenmeye karar veren insanları izlememiz gerekiyor mu cidden? Ya da herhangi bir dizide üne kavuşan, tutulan bir oyuncuyu derhal apar topar başka bir diziye mi almak gerekli?

İnsanımızın (tahminen) %60’ı her akşam TV izliyor diyelim. Bu insanlar ne izliyor, biz ne izlemeye mahkum bırakılıyoruz? Değerlerimiz nerede kaldı ve medya değerlerimize ne kadar değer veriyor? Bizler değerlerimize ne kadar değer veriyoruz?
Diziler bize ne veriyor? Tabii ki eski üstadlarımızın yazdığı naçizane romanları ayrı tutmak kaydıyla düşünürsek. Her bir diziyi size tek tek analiz edebilirim. Eminim ki gerek yoktur, siz de düşününce bunu yapabiliyorsunuz. Ne gerçek aşk var ne gerçek polis ne de gerçek tarih… Tamam geçelim hepsini. Neden bir CSI New York yok? Arka Sokaklar ve yeni başlayan Kanıt (sanırım adı buydu) dizileri neden CSI’ın yerini tutmuyor?  Neden ülkemiz dizilerinde bir LOST yok? Neden bir Prison Break çekilmedi?

Ben söyleyeyim nedenini… Nedeni sadece tembellik bana göre. İnsanımız kalite aramıyor ki. Yani siz bir lokanta işletiyorsunuz ve yandan kalamar, iskender,  mantarlı dana jambon gibi sofistike yemekler sunuyorsunuz. Yanınızdaki ocakbaşında da lahmacunlar, kokoreçler pişiyor. Arada muazzam bir kalite farkı var ancak orası doluyken siz boş oturuyorsunuz. Üstelik iki tarafın da fiyatları aynı. Düşününce yapmanız gerekeni anlar ve siz de ocakbaşı açıp o güzelim masa düzenlerinizi, tertemiz takım elbiselerinizi kenara bırakır paçaları sıyırıp ocakbaşında ateşe odun atarsınız. Çünkü amacınız müşteriyi çekmektir ve müşteri sizin yaptığınız dünyalar güzeli yemekleri yemez.

İşte ülkemizde durum bu. Bir kurtlar vadisi yapıldı, Türkiye’nin kısmen gerçekleri gözler önüne serilsin diye… Bir gün sonra kabadayı gibi yürüyenleri gördük, Polat gibi konuşmaya çalışanları, biz racon değil kafa keseriz diyenleri… Bu muydu amaç sizce? Hayır, kesinlikle değildi. Ama insanımız bunu seviyor işte.

Siz Susan Boyle’i getirin, şarkı söyleyip herkesi ağlatsın, milletin dibini düşürsün, alkışlarlar. Ama bir de Ajdar’ı koyun karşısına ve bekleyin, göreceksiniz ki seyirciler dans edip, “ayakta” alkışlarlar. Çarkıfelek programına çıkan Esra – Ceyda kardeşlere soruldu “Damlaya damlaya göl olur ne demektir?” Alınan cevap “İyi bir şey. Göl olur, deniz olur severim ben.”
Bakın bu kısım kişiyi ilgilendirir. Bilmiyordur vesaire, sorun değil. Ama bu cevap alındığında seyircilerin gülüp alkışlamak yerine ayıplaması gerekmez miydi? Sen ki Türk evladı daha atasözünün ne anlama geldiğini bilmiyorsun diye sorulmaz mıydı? Ajdar’la dans edileceğine, “Sen halkına bu şarkıları ve bu dansı mı uygun gördün?” denmez miydi?

Suç ne oraya çıkan da ne de oraya çıkaran da. Suç sen de, ben de, onları izleyenler de. Orada seyirci olup onları alkışlayanlar da, onlara gülenler de. Tepki vermeyi bilmeyenler de. Uyumaya devam edenler de…

Gençlik dizileriyle, parlak yüzlü dizi oyuncularıyla, mini etekli şarkıcılarımızla gelip geçiyor zaman… Televizyonu açıp gözlerimiz açıkken uyuyoruz ülke olarak. En değerli “bilgi – eğlence” platformumuzu gün be gün kaybediyoruz böylece…

Bu gidişle daha çok bekleyeceğiz izlemek istediğimiz dizileri, duymak istediğimiz şarkıları. Hoş,  dizi izlerken iki kişi öpüşse bu tüm gazetelere manşet oluyor ya… Çok bekleriz biz “çağdaş, öncü, radikal” dizilerimizi. RTÜK ne der?

Yok arkadaşım. Kabulleniyorum ki yok… Benim bu ülkeye zerre faydam yok. Senin var mı?

Aldığım televizyon Sony,  Türk yapımı değil. İzlediğim kanal National Geographic, Türk kanalı değil. İzlediğim program sadece belgeselden oluşuyor, Türk belgeseli değil. Belgeselde geçen yer Afrika’dan Vatikan’a kadar uzanıyor, Türkiye değil… Üzerindeki son kullanma tarihi değiştirilmiştir belki diye yediğim konserve yiyecekler Türk yemeği değil.

Ne faydam var? Gider yurtdışında yaşarım. Onların her şeyiyle uyuşuyorum nihayetinde. Bakış açım aynı, dil bilgim yeterli… Daha ne isterim? Aynı dilden olup da anlaşamadığım insanlar var desem kim inanır?

Beyinler bu düşünceyle göçüyor işte ülkemizden… Bu yüzden karanlığa batıyor Atamın bıraktığı topraklar. Ne politikacı, ne şarkıcı, ne oyuncu… “Benim” diyenden uzağım artık ben. 75 Milyonda tek başıma yaşarım da katılmam doğru olmadığını bile bile bir topluluğa…

Mevlâna’mdan;
Yüzde ısrar etme doksan da olur,
İnsan dediğinde noksan da olur,
Sakın büyüklenme, elde neler var,
Bir ben varım deme, yoksan da olur.

Karanlik

İnsan karanlıktan ne için korkar bilir misin dostum? Bilmediği için, karanlıkta ne olduğunu bilmediği için korkar. Ve korkmalıdır da insan bilmediğinden, bu doğanın kanunudur. Ama tebrik etmeliyiz ki artık insanlar karanlıktan korkmuyor. Eğer öyle olsaydı gözlerindeki perdeyi kaldırırlardı değil mi?

Hepimiz körebe oynuyoruz şu günün dünyasında, başımıza ne geleceğini bilmeden ilerlememize rağmen korkmuyoruz o karanlıktan, yoksa karanlıkta olduğumuzu mu bilmiyoruz?





Evet, tam olarak açıklaması bu aslında. Karanlıkta olduğumuzu bilmiyoruz biz. Ne nerde olduğumuzu, ne de yaptığımızı biliyoruz. Bütün bu suçlar karanlıktan dostum, yapılan hırsızlıklar, işlenen cinayetler, tecavüzler, fuhuş, dolandırıcılık ve daha niceleri. Hepsi karanlığın bir ürünü, yada ışıksızlığın. İnsan bu bataklara önünü aydınlatacak bir ışık olmadığında düşer dostum. Söyle bakalım zifiri karanlıkta yürürken önündeki çukuru nasıl görebilirsin? Bir ışığa ihtiyaç duyarsın değil mi? İşte tüm bu suçların nedeni ışıksızlıktır. Ama ne yazık ki kendi ışıklarını görünmez kılanda onlardır. Bir önceki örneği ele alalım, zifiri karanlıkda çukuru görmek için bir ışığa ihtiyaç duyarız demiştik.

Peki gözleri bağlı birisi elindeki fenerle neyi görebilir ki?

İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz biz aslında, hepimiz aydınlık dünyanın karanlık insanlarıyız. Gözlerimiz parayla bağlanmış, elimize de özgürlük denen bir fener verilmiş. Oradan oraya dolanıyoruz. Dolandırılıyoruz biz dostum, yanlış olan şeyleri bizlere anahtar deliğinden gösteriyorlar, doğru olan şeyleri de aynı şekilde. Doğruyu yanlışı ayırt edemiyoruz, üstelik o anahtar deliğinden bakan gözlerin bir de bağlı olduğunu düşünürsek...

Uyan dostum,
Sayısız oyunlar oynanıyor üzerine ve bu oyunların temeli sensin, senin bağlı gözlerin. At şu gözlerindeki bağı, yık şu oyunları, bitir şu planları.

Sence de öğrenmenin zamanı gelmedi mi?

Kalite Dengesi - Kufur


Kaliteli yaşamak gerek bence hayatı... Her ne kadar biliyorsak da elimizdekinden fazlasını elde etmek için çalışmayı, çabalamayı; dengeyi de kaçırmamak gerek bence. Bazen elindekiyle yetinmeyi de bilmeli insan. O aradaki düzeni sağladıktan sonra da sorun yaşayamaz zaten...


Bazı insanlar tanıyorum... Her zaman daha fazlasını isteyen. Her zaman elindekinin azlığından şikayet eden. Hayatını da bu yüzden kendine zindan eden. Bmw'sini değiştirmek istiyor bazen. Bazen 2 katlı değil, 3 katlı villada oturmuş olmayı diliyor. Bir türlü mutlu olamıyor...

Bazı insanlar tanıyorum... Kirada oturuyor yaşını başını aşmış olsa bile. Ama mutlu eşiyle ve çocuklarıyla... Yardım ediyor gece çocuklarının ödevlerine. Mutlu oluyor pilavı ve fasulyesiyle. Arabası olmasa da, şöyle bir sahil turu çocuklarla... Daha ne gerek?

Zenginlik değildir bence mutluluk. Zira mutluluk maddi bir şey değildir ki? Nasıl maddiyata bağlı olarak mutlu olunur? Tek sebebi vardır bizi daha zengin olmaya iten. Tek bir sebep... İnsanların paraya olan bağımlılığı. Daha iyi yaşama hevesi. Ve tabii ki insanın içindeki o bitmek tükenmek bilmeyen "daha fazla" isteği...

Bu yola kendimizi bildiğimizde başlıyoruz... Ölene kadar sürüyor yolculuğumuz. Zira hakediyoruz. Ancak yeri geliyor, hakettiğimizden fazlasını istiyoruz. Açıkça söyleyeyim mi? Bazen haddimizi bilmiyoruz...

Bir cafede oturuyor oluruz arkadaşlarımla ve bir kız girer içeri. Baştan aşağı süzerim genelde, saç şeklinden ayakkabısına kadar her detayı, her ayrıntıyı incelerim. O an biliyorumdur genelde nasıl bir hayat istediğini, nelerden hoşlandığını ve nasıl yaklaşmam gerektiğini. Ama yaklaşmam. Yaklaşmayı göze almam. Bilirim ki o beni aşmaktadır... Gidersem, ben onu bir yerden sonra mutlu edemeyeceğim gibi o yükün altında ezilmeye başlarım...

Bu yüzden bilmelidir insan haddini. Belli bir gelire belli bir gider bağlanmalıdır ki mutlu yaşansın. Ya da benliğinizi kaybetmeye, artık kendiniz için yaşamamaya başlarsınız. İnsan ise bencildir. Egoisttir. Ne kadar sevse de değer verse de kendi için yaşar. Bu çizgiyi aştığınızda da dengeniz bozulur. İnancınızı, güveninizi kaybedersiniz insanlara... Yapmayın...

Kaybettik, kaybedeceğiz, kazanacağız hayatımız boyunca. Bir günümüz diğeriyle aynı olmayacak asla. Düşe kalka yaşıyoruz hayatı buna alışmamız gerek. Neden düşüyoruz biliyor musunuz?
Tekrar ayağa kalkmayı öğrenmek için...

İnanın bana küfür sizi ayağa kaldırmaz... İnanın bana küfretmek sizi rahatlatmaz... Kalitenizi arttırmaz. Sizi daha iyi bir insan yapmaz. Daha güçlü, daha savunmalı yapmaz. Aksine, yapmaz dediğim her şey olmaya başlarsınız...

Öyle bir düşman olun ki olacağınızda ve öyle düşmanlar bulun ki kendinize, yendiğinizde de yenildiğinizde de haz versin size. Düştüğünüzde ve savaş sona erdiğinde elinizden tutup kaldırabilsin seçtiğiniz düşman sizi. Ve söyleyebilin şu sözleri "Yenmeme izin verdiğin için teşekkürler"

Kalite budur hayatta. Onur için, şeref için yaşadığımız, bir kez gelip bittiğinde asla geri dönemeyeceğimiz hayatta... Güzel bir isim, söylendiğinde tebessüme neden olan bir tını bırakın insanlarda. Düşmanını tebrik etmeyi bilen biri olun...

Ciddiyim, küfretmeyin. Hayat kazanır. Siz kaybedersiniz.

Hiçbir faydası yoktur, olmaz, olmayacak, olmadı... Bir gün bir yere geldiğinizi ve mevki sahibi olduğunuzu düşünün. O hakaretler saydığınız kişi, yıllardır görüşmediğiniz o eski arkadaşınız karşınızdaki yeniortağınız olursa ne yapacaksınız? Bu şekilde hatırlandığınızda ne yapacaksınız? Kutsal değerlere, kişilere, kişiliklere söyledikleriniz ne katacak hayatınıza?

Muhattap olmayın... 2-3 deneyip gidecektir nasılsa. Anlayacaktır bir süre sonra yaptığının ne kadar yanlış olduğunu... Anlamasa bile, küfre küfürle karşılık verirseniz ne farkınız kalır?

Bir çok kızgınken bir de çok mutluyken söylenen her söz sonradan zarar verir insana. Bu yüzden en mutlu ve en sinirli anlarınızda biraz da susmanız gerekir aslında. Kafayı dinlemek için şöyle birkaç dakika beklemek belki de...

Her ne kadar biz dünyaya değil dünya bize sahip olsa da burada geçirdiğimiz zamanı en güzel şekilde sona erdirmeye baksak daha iyi olur inanın bana... En azından deneyin olmaz mı?

Biraz daha kaliteli yaşamayı haketmiyor musunuz?

Hakettiğinizi elde etmek için hiçbir şey yapmaz mısınız?