29 Nisan 2012 Pazar

Yapmiyoruz


Artık konuştukça kalıplaşmış laflar bunlar değil mi? Ya söylüyor ya da duyuyoruz hep birlikte... "Adamlar yapmış abi", "Adamlar yapıyor, helal olsun..." ve bunun gibi kalıplaşan daha nicesi var yabancılar için...


Forever Living Production'da çalışıp konferans için Antalya'ya gelen bir müdürün anlattıklarını aktarmak istiyorum. Antalya'dan gitmeden önce limandaki milyon dolarlık bir tarihi eser olan evi satın alarak gittiğini belirtirsem geliri hakkında bilginiz de olmuş olur.

"Daha başlardaydım ve olmuyordu. Olmadığı apaçık ortadaydı çünkü kıdem atlayamıyordum. Ama müdürüm sayamayacağı paralar kazanıyordu. Gidip ne yapmam gerektiğini sordum. Aldığım cevap; söylersem yapamazsın. Çok ısrar ettim haftalarca çalıştım olmadı ve tekrar tekrar sordum; nedir bunun sırrı? Yine aynısını söyledi, sen yapamazsın. Bir kaç ay sonra kendisini ikna ettim ve ne kadar hırslı olduğumu da belli ettim. Bir gün arayıp çağırdı. Bilmek istiyor musun diye sordu bana. Evet dedim hemen, söyleyin. Hayatımdaki en berrak cevabı aldım o gün. "Yap!" Şaşkın şaşkın baktım bir süre. Anladı ve yineledi, "yap", olur mu olmaz mı diye düşünme, detayına girme. Aklına gelen ve yapman gerektiğini bildiğin herşeyi sadece "yap!" Ve yıllar sonra müdür olarak karşınızdayım."

Ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur. Ancak biraz daha körükleyelim şu ateşi. "Yap"mıyoruz. Ders çalışmamız gerekirken çalışmıyoruz. Bir program yapıyor ama uymuyoruz. Pc başına geçtiğimizde dil öğrenmeyi, bir kaç programdan çakacak kadar çalışmayı dileyip onun yerine oyuna giriyoruz. Spor yapabilecekken burger yiyoruz. Araştırma kitapları okuyacakken araba, bilgisayar dergilerine bakıyoruz. Peki sonu ne olacak?

Kendimiz için çalışmamız gerekmiyor mu? Vatanamız için? Ailemiz için? Çevremiz için? Doğacak çocuklarımız ve sonraki neslimiz için?

Doğruları konuşalım. Tembeliz. Egocuyuz. Ve bu ikisi yanyana gelince de bilgisayar başında oyun oynayarak adam kesiyoruz. Onu da beceremiyoruz ya... Beş Türk'ün bir kişiye saldırdığını ve öldürünce gülüp ezik dediğini bilirim. Ya da 2 kişi saldırıp da kesemeyince bildikleri 2-3 ingilizce kelimeyle küfrettiklerini. Tamam haklısınız bu işin oyun tarafı. Daha genciz, çocuğuz... Peki hani ağaç yaşken eğilirdi? Bu çocuğun ilerde vatana millete ne gibi bir faydası olacak?

"Yap"mıyoruz arkadaşlar. Çalışmıyoruz. Kendimizi disipline edemiyoruz. Uzay bilimcilerimiz bu yüzden yok. Dünya bilimcilerimiz. Uzay istasyonlarımız. Astronotlarımız. Cern yok bizde. Nasa da yok. S.W.A.T yok. FBI yok. CIA yok. NSA yok. Peki bu -bana göre sözde- milliyetçi insanım neden Osmanlı'dan kalan mirasını değerlendirmek yerine hazıra konup tamamını yiyor?

Önce etrafına bakınca neşe dolacak insan. Moral bulacak. İnsan insandan, insan doğadan güç alacak. Ben dün sabahın 5'inde evden çıkıp kafa dinlemek için dolaştım. İnanın bana hava karanlıkken İstanbul daha güzel. Ne sokaktaki çöpler, izmaritler, sigara paketleri gözüküyor, ne dünya güzeli akan deremin üzerini tutmuş yosun tabakası, ne de sahilimin rengarenk çöplük haline gelmiş kıyısı... Güneş ağırdıkça hava aydınlandıkça üzüldüm. Memleketime de insanıma da vatanıma milletime de üzüldüm. Bunu mu hakediyoruz?

Hadi başa gelenler adam değil diyelim. Bizler genciz. Tabir-i caizse tuttuğunu koparan, dünyanın en güçlü, en verimli hayatını veren yaştayız. Bizimde mi aklımıza gelmiyor? Apartmanların arasındaki boş bir arazideki çöpleri atmak. Sahilde gezerken bir şeyleri toplamak. Derede yüzerken "benim toprağım temiz olacak arkadaş" demek. Sürü psikolojisiyle "burada nasılsa çöp var ben attım çok mu?" diyen insandışı varlıklara kararlılıkla ve sabırlılıkla karşı koymak. Tek bir izmaritin olmadığı yerde yere izmarit atana gidip soramıyor musunuz hesabını? Yanınızdan geçen görevliye ya da polise şikayette bulunamıyor musunuz?

Hepinizin öyle temiz kalbi olduğuna inanıyorum ki... Çoğunuz benden bile fazlasını düşünmüşsünüzdür bence. Ama değişen birşey olmuyor. Çünkü;
"Yap"mıyoruz.

Bir not: Bloğa RSS sistemini koyabildik sonunda, dilerseniz sayfanın sağından abone olabilirsiniz. Nitekim sık sık güncelleniyor bloğumuz, eğer bloğu takibe almak istiyorsanız abone olmanızda fayda var.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Kisilik


İnsanoğlu kendini geliştirip elini, dilini, beynini av dışında kullanmaya başlayalı bir soruyu kendine sormaya başladı.
Neden yaşıyoruz?



Başta insanlar avcılık yaptı. Yaşamak için yediler. Şimdi işler değişti. Yemek için yaşıyoruz. En güzelini yemek için. Ama bu konuda yaptığımız hataların ardı arkası kesilmiyor gibi...
Dönüp tarihe bir göz atalım... Aristokratlar, filozoflar neleri aramış nelerle ilgilenmiş... Simya, felsefe taşı, ölümsüzlük, savaş makinaları, iksirler, şifa verici karışımlar vs vs... Peki amaç ne? Kim neyle yaşıyor?
Asker onurlarıyla, çocuklar hayalleriyle, yaşlılar anılarıyla, diplomatlar planlarıyla... Peki sonu nereye varıyor ?
Yine dönüp dolaşıp bu döngüdeki başlangıç noktamıza geliyoruz. Onurluyuz, hayallerimiz var, anılarımız var ama boşluktayız. Burada devreye size bu seçimleri yaptıran etkenler geliyor. Aile, çevre ve kişilik.

Ailenin at gözlüklü hayata bakış açısı edinilebildiği gibi bu görüş 1. nesil tarafından terkedilir. Tabir-i caizse; sonradan çıkan boynuz kulağı geçer. Ama tek başınıza atlatamazsınız. Burada devreye arkadaşlar girer, çevre girer.
Çevre her halükarda etkendir. Söylenmiş onca atasözü bu gerçeği gözler önüne serer. Nasıl karar vereceğiniz sorusuna gelince de ortaya bu mekanizmayı çalıştıran ve yaşamınızın ne zaman, nasıl, nereye yöneleceğini ortaya koyacak "Kişilik" cevabı bulunur...

Kişilik parmağın bıraktığı iz değil dokunduğu yerdir. Gözün rengi değil baktığıdır. Aklın IQ'su değil nereye çalıştığıdır. Kişilik her insanı birer birey yapandır.
İşte tüm bu karmaşa burada son buluyor. Yaşama amacımız dünyayı fethetmek, milyarlarca dolarla yaşamak değil. Anlayacağınız dilde bahsedecek olursak sevdiğiniz charı kasmaktır.
Kişiliği etkileyen faktörleri anlattık. Peki gelişim nasıl olacak?
Atam söylemiş; "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." İnsanın özgüveni aklından önce vücudunda başlar. Aklınızdaki hayaller, planlar ve stratejiler çok önemli ve özel olsa dahi yeri gelene kadar ortaya çıkaramazsınız. Nihayetinde vücut sizin zihninizi taşır ve her aynaya baktığınızda göreceğiniz o'dur.

Vehbi Koç bir gün üç oğlunu yanına çağırmış: "Size bu ileri yaşımda hayat görüşümü sayılarla anlatmak istiyorum" demiş ve en küçük oğluna dönerek şunları söylemiş;


"Sen bütün kardeşlerin gibi sağlam bir bedene sahipsin, sağlık bir değer demektir, onun için önündeki kağıda bir sayısını koy. Bu yıl liseyi bitirip diploma alacaksın. Lise öğrenimi az şey değildir, onun taşıdığı değer için 1’in yanına bir sıfır koy. Sonra inşallah küçük ağabeyin gibi üniversiteye gidip, orayı da bitireceksin, yüksek öğrenimin için de önündeki rakama iki sıfır ekle. Ondan sonra askerlik görevini yapıp terhis olacaksın, o aşamayı geçince değerin daha da yükselecek, bunun için de birer sıfır ekle. Böylece her başarılı adıma kendi değerine ekleyeceğin sıfırlar çoğaldıkça, değerin de artacak.
Fakat görüyorsunuz ki çocuklarım, bütün bu sıfırlar, ancak öndeki bir rakamı ayakta durduğu müddetçe bir değer ifade ediyorlar. Yani insanın sağlığı iyi oldukça, öteki başarıların da bir değeri olabilir. 1’i kaldırırsak geriye kalan sıfırlar ne kadar çok olursa olsun, değerleri yalnız sıfırdır. İşte evlatlarım, hayat boyunca en değerli şey burada gördüğünüz gibi, sağlıktır." 

Dış katman tamamlandığına göre içeri geçebiliriz.
Başta dünyevi zevklerin insanı cezbetmesi vardır. Zina, haram gibi dinimizce yasaklanmış kriterleri modern çağa göre düzenleme şansımız yok. "Şimdi batılılar çok rahat 16'sında bakire kız kalmıyor ben yapsam çok mu?" diyerek kolaya kaçmak herkesin işine gelir. Ama unutmayın ki din zamana uyarlanmaz.
Bir peygamber Allah'a sorar; "Allah'ım ne zaman kıyamet kopacak?" Yanıt şaşırtıcıdır; "Birkaç gün sonra."
Dünyada yaşanmış binlerce, milyonlarca yılın başka bir boyutta sadece 1-2 gün olduğunu düşünüp yapacağınız yanlış hareketleri önceden bir daha düşünün. Ateşle oynamak iyi değilken kimse kendini içinde bulmak istemez.

Açgözlülük, tabi günümüzde daha çok paragözlülük de en az diğer etkenler kadar mühimdir.
"Sultan Süleyman'a kalmadı bu dünya, sana bana kalmaz."
Ne kadar çalarsanız çalın... Ne yaşlanmama ne de ölmeme şansınız yok. Ve düşünün öyleyse. O durgun günler geldiğinde pişman olacak mısınız? Geriye dönüp bakıp da keşke diyecek misiniz? Derseniz de, neye yarayacak? Alınmış onca ahın cevabı nasıl verilecek?

Vehbi Koç oğlu Rahmi Koç'a iki mektup verir; "Birini ben ölünce aç, ikincisini de beni defnettikten sonra açarsın' der. Vefat ettiğinde Rahmi Bey ilk mektubu açar. Mektupta, "Oğlum, senden tek bir isteğim var; beni çoraplarımla gömsünler".
İmam tüm ısrarlara rağmen bu talebi kabul etmez. Rahmetli Vehbi Koç ister istemez çorapsız defnedilir. Defin işlemi bittikten sonra Rahmi Koç ikinci mektubu açar: "Bak oğlum bir çift çorap bile gotüremedim". 


Bu dünyada yaptığınız mal varlığı, birikim, borç ... Hepsi burada kalacak. Ve artı olarak, eksi olarak ruhunuzu takip edecek. O gün geldiğinde düşünün ki yalan söyleyip de kandırabileceğiniz hiçbir fırsat olmayacak. İnkar edemeyeceksiniz, elleriniz "aldım", ayaklarınız "gittim" diyerek şahitlik edecek.

O zaman dönüp düşünelim hep birlikte. Kişilik için aslında ne gerek sorun kendinize...
Aileniz ne derse desin, çevrenizde ne olaylar dönerse dönsün, aklınızdan neler geçerse geçsin.
Mantık, din, ahlak, görgü ve vicdan. Bu 5 temel ilke sizin "kişiliğiniz" olacaktır.
Girdiğiniz ortamda size bakış açısını, çıktığınız ortamda arkanızdan konuşulacak lafı ve öldüğünüzde edilecek duaları yine kendiniz belirleyeceksiniz. Ancak konuşmayacaksınız. "Kişiliğiniz, kaderiniz olacak."

Yalan

Elbet içinizden birinin de yatsıya kadar yanan bir mumu olmuştur. Yalanının ışığında karanlıkları aydınlatabildiğini sandığı bir mumu. Oysaki gecenin en ıssız ve karanlık anında söner o mum, o an gelip mum söndüğünde birşeyler için çok geç olmuş olabilir. İşte o an pişmanlık ateşinde kaybolur insan, aklına o an yalan söylemek yerine neler yapabileceğini getirir ve "keşke" der. İnsanın en büyük ömür törpüsüdür şu 5 harflik "keşke" kelimesi.

Bir mumun aydınlığıyla yetinemez insan, yanına bir mum daha yakmak ister sonra bir mum daha ve sonra bir tane daha. Sönen her mumun yerine iki tane yakar insan, çünkü farkedilmiş bir yalanın telafisi çok daha zordur  ve bu zorluğun içinde en kolay telafi yolu ise yalandır. Bir süre sonra asla rahat yaşayamadığını anlar, odasını aydınlatan mumların sürekli yenilenmek zorunda olduğunu anlar, sürekli yalan söylemek zorunda olduğunu anlar.




Oysa yalanın mumu yerine doğrunun ışığını seçebilse insan. Ah bir kez olsa da şu nefsini yenebilse. Odasının karanlığına bir gece daha katlanıp da doğruyu söylese ve her gece mumlarını yenilemek zorunda olmadan bir doğrunun ışığıyla yaşayabilse hayatını. İşte bunların farkına çok geç varır insan, bir gün gelir yalan söylemek istemez ve odasındaki tüm mumlar söner. Farkına varır yanlış yaptığının ve yalan söylememesi gerektiğini anlar ama o an da bir "keşke" daha saplanır hayatına, güvensizlik bırakmaz yakasını söylediği hiçbir kelime doğru değildir artık bir başkalarına göre. Asla doğruyu söyleyen birinin rahatlığını yaşayamaz yalancı kişi. Çabuk yaşlanır, çabuk bıkar hayattan.

İşte yalan böyle illet birşeydir dostum, yalan seni "keşke" lere iter ve her bir "keşke" ömründen birkaç yılı daha götürür.

Mumların sönmeden üfleyiver hepsine ve otur kendi karanlığında. Bu yaptığın ilk doğrun olsun ve aydınlansın karanlıklar doğrunun ışığıyla.

27 Nisan 2012 Cuma

Uyumak


Ne yoga, ne meditasyon, ne ilaç ne de benim bilmediğim farklı bir yöntemle olmayacak bu iş. Sinirleniyorum elimde değil.  Benim gibi düşünenler için sormak istiyorum, merak ediyorum pes mi etmeliyiz?

Atalarımızın bize bıraktığı mirasa göz atarak ve oluşumun kademelerini takiben başlayalım. ..


Osmanlı Devletin'de yaşanan savaşlara bakıyorum, onurla gururla çarpışmışız, korkusuzca. Vatan için, toprak için, milletimiz için. Nedeni ise onların da atalarından gördükleri ve memleketin, toprağın değerini bilmeleri. Nedenini biliyorlar çünkü cenkle aldılar topraklarını, canlar, kayıplar vererek. Ben kabul ediyorum bu konudaki eksikliğimizi. Babam derdi ki “Siz daha bir kez para için çalışmadınız, mal değeri bilmiyorsunuz.” Şimdi anlıyorum ki haklıymış. Ama benim için söylemiyorum, milletim için söylüyorum. Hem de açıkça… “Biz mal değeri bilmiyoruz.”

Yaşadığımız sorun bu şimdi. Elimizdekinin değerini bilmiyoruz. Batılılaşma hareketlerimiz yanlış olduğundan mıdır? Özentilikten midir? Bunları da istediğiniz gibi tartışın, tartışalım. Ama bana sorarsanız yersiz, gereksiz. Tabii ki farklı görüşler de haklı çıkabilir. Batılılaşma demek 16 yaşında kız ile erkeğin birlikte olmasına eyvallah demekse, batılılaşma demek babanın karşısına çıkıp da “babalık geceyi dışarıda geçiriyorum” diyebilmekse, batılılaşma demek “selam kardeşim, nasılsın?” yerine “ne haber moruk?” diye sormaksa tamam, siz haklısınız. Ağzımı açmıyorum. Ama bir insandan, kuruluştan, ulustan ya da basit bir hayvandan herhangi bir alıntı yapacaksanız, sadece iyi yanlarını almanız gerekir.

Modernleşeceğiz derken bize bırakılan değerleri kaybetmemeye özen göstermek gerekmez mi? Başkasından önce aile dinlenmez, büyüklere saygı gösterilmez mi?

Yanlış bence şu noktada… Desteklenmemesi gerekenler destekleniyor. Medya yanlış kullanılıyor. Türk insanı değer verilmesi gerekene değil, değer arayana değer veriyor.

Soruyorum size, çok mu gerekliydi Ajdar? Ya da Esra Ceyda kardeşler çok mu önemli bizim hayatımızda? İzdivaç programlarında 15 dakikada tanışıp evlenmeye karar veren insanları izlememiz gerekiyor mu cidden? Ya da herhangi bir dizide üne kavuşan, tutulan bir oyuncuyu derhal apar topar başka bir diziye mi almak gerekli?

İnsanımızın (tahminen) %60’ı her akşam TV izliyor diyelim. Bu insanlar ne izliyor, biz ne izlemeye mahkum bırakılıyoruz? Değerlerimiz nerede kaldı ve medya değerlerimize ne kadar değer veriyor? Bizler değerlerimize ne kadar değer veriyoruz?
Diziler bize ne veriyor? Tabii ki eski üstadlarımızın yazdığı naçizane romanları ayrı tutmak kaydıyla düşünürsek. Her bir diziyi size tek tek analiz edebilirim. Eminim ki gerek yoktur, siz de düşününce bunu yapabiliyorsunuz. Ne gerçek aşk var ne gerçek polis ne de gerçek tarih… Tamam geçelim hepsini. Neden bir CSI New York yok? Arka Sokaklar ve yeni başlayan Kanıt (sanırım adı buydu) dizileri neden CSI’ın yerini tutmuyor?  Neden ülkemiz dizilerinde bir LOST yok? Neden bir Prison Break çekilmedi?

Ben söyleyeyim nedenini… Nedeni sadece tembellik bana göre. İnsanımız kalite aramıyor ki. Yani siz bir lokanta işletiyorsunuz ve yandan kalamar, iskender,  mantarlı dana jambon gibi sofistike yemekler sunuyorsunuz. Yanınızdaki ocakbaşında da lahmacunlar, kokoreçler pişiyor. Arada muazzam bir kalite farkı var ancak orası doluyken siz boş oturuyorsunuz. Üstelik iki tarafın da fiyatları aynı. Düşününce yapmanız gerekeni anlar ve siz de ocakbaşı açıp o güzelim masa düzenlerinizi, tertemiz takım elbiselerinizi kenara bırakır paçaları sıyırıp ocakbaşında ateşe odun atarsınız. Çünkü amacınız müşteriyi çekmektir ve müşteri sizin yaptığınız dünyalar güzeli yemekleri yemez.

İşte ülkemizde durum bu. Bir kurtlar vadisi yapıldı, Türkiye’nin kısmen gerçekleri gözler önüne serilsin diye… Bir gün sonra kabadayı gibi yürüyenleri gördük, Polat gibi konuşmaya çalışanları, biz racon değil kafa keseriz diyenleri… Bu muydu amaç sizce? Hayır, kesinlikle değildi. Ama insanımız bunu seviyor işte.

Siz Susan Boyle’i getirin, şarkı söyleyip herkesi ağlatsın, milletin dibini düşürsün, alkışlarlar. Ama bir de Ajdar’ı koyun karşısına ve bekleyin, göreceksiniz ki seyirciler dans edip, “ayakta” alkışlarlar. Çarkıfelek programına çıkan Esra – Ceyda kardeşlere soruldu “Damlaya damlaya göl olur ne demektir?” Alınan cevap “İyi bir şey. Göl olur, deniz olur severim ben.”
Bakın bu kısım kişiyi ilgilendirir. Bilmiyordur vesaire, sorun değil. Ama bu cevap alındığında seyircilerin gülüp alkışlamak yerine ayıplaması gerekmez miydi? Sen ki Türk evladı daha atasözünün ne anlama geldiğini bilmiyorsun diye sorulmaz mıydı? Ajdar’la dans edileceğine, “Sen halkına bu şarkıları ve bu dansı mı uygun gördün?” denmez miydi?

Suç ne oraya çıkan da ne de oraya çıkaran da. Suç sen de, ben de, onları izleyenler de. Orada seyirci olup onları alkışlayanlar da, onlara gülenler de. Tepki vermeyi bilmeyenler de. Uyumaya devam edenler de…

Gençlik dizileriyle, parlak yüzlü dizi oyuncularıyla, mini etekli şarkıcılarımızla gelip geçiyor zaman… Televizyonu açıp gözlerimiz açıkken uyuyoruz ülke olarak. En değerli “bilgi – eğlence” platformumuzu gün be gün kaybediyoruz böylece…

Bu gidişle daha çok bekleyeceğiz izlemek istediğimiz dizileri, duymak istediğimiz şarkıları. Hoş,  dizi izlerken iki kişi öpüşse bu tüm gazetelere manşet oluyor ya… Çok bekleriz biz “çağdaş, öncü, radikal” dizilerimizi. RTÜK ne der?

Yok arkadaşım. Kabulleniyorum ki yok… Benim bu ülkeye zerre faydam yok. Senin var mı?

Aldığım televizyon Sony,  Türk yapımı değil. İzlediğim kanal National Geographic, Türk kanalı değil. İzlediğim program sadece belgeselden oluşuyor, Türk belgeseli değil. Belgeselde geçen yer Afrika’dan Vatikan’a kadar uzanıyor, Türkiye değil… Üzerindeki son kullanma tarihi değiştirilmiştir belki diye yediğim konserve yiyecekler Türk yemeği değil.

Ne faydam var? Gider yurtdışında yaşarım. Onların her şeyiyle uyuşuyorum nihayetinde. Bakış açım aynı, dil bilgim yeterli… Daha ne isterim? Aynı dilden olup da anlaşamadığım insanlar var desem kim inanır?

Beyinler bu düşünceyle göçüyor işte ülkemizden… Bu yüzden karanlığa batıyor Atamın bıraktığı topraklar. Ne politikacı, ne şarkıcı, ne oyuncu… “Benim” diyenden uzağım artık ben. 75 Milyonda tek başıma yaşarım da katılmam doğru olmadığını bile bile bir topluluğa…

Mevlâna’mdan;
Yüzde ısrar etme doksan da olur,
İnsan dediğinde noksan da olur,
Sakın büyüklenme, elde neler var,
Bir ben varım deme, yoksan da olur.

Karanlik

İnsan karanlıktan ne için korkar bilir misin dostum? Bilmediği için, karanlıkta ne olduğunu bilmediği için korkar. Ve korkmalıdır da insan bilmediğinden, bu doğanın kanunudur. Ama tebrik etmeliyiz ki artık insanlar karanlıktan korkmuyor. Eğer öyle olsaydı gözlerindeki perdeyi kaldırırlardı değil mi?

Hepimiz körebe oynuyoruz şu günün dünyasında, başımıza ne geleceğini bilmeden ilerlememize rağmen korkmuyoruz o karanlıktan, yoksa karanlıkta olduğumuzu mu bilmiyoruz?





Evet, tam olarak açıklaması bu aslında. Karanlıkta olduğumuzu bilmiyoruz biz. Ne nerde olduğumuzu, ne de yaptığımızı biliyoruz. Bütün bu suçlar karanlıktan dostum, yapılan hırsızlıklar, işlenen cinayetler, tecavüzler, fuhuş, dolandırıcılık ve daha niceleri. Hepsi karanlığın bir ürünü, yada ışıksızlığın. İnsan bu bataklara önünü aydınlatacak bir ışık olmadığında düşer dostum. Söyle bakalım zifiri karanlıkta yürürken önündeki çukuru nasıl görebilirsin? Bir ışığa ihtiyaç duyarsın değil mi? İşte tüm bu suçların nedeni ışıksızlıktır. Ama ne yazık ki kendi ışıklarını görünmez kılanda onlardır. Bir önceki örneği ele alalım, zifiri karanlıkda çukuru görmek için bir ışığa ihtiyaç duyarız demiştik.

Peki gözleri bağlı birisi elindeki fenerle neyi görebilir ki?

İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz biz aslında, hepimiz aydınlık dünyanın karanlık insanlarıyız. Gözlerimiz parayla bağlanmış, elimize de özgürlük denen bir fener verilmiş. Oradan oraya dolanıyoruz. Dolandırılıyoruz biz dostum, yanlış olan şeyleri bizlere anahtar deliğinden gösteriyorlar, doğru olan şeyleri de aynı şekilde. Doğruyu yanlışı ayırt edemiyoruz, üstelik o anahtar deliğinden bakan gözlerin bir de bağlı olduğunu düşünürsek...

Uyan dostum,
Sayısız oyunlar oynanıyor üzerine ve bu oyunların temeli sensin, senin bağlı gözlerin. At şu gözlerindeki bağı, yık şu oyunları, bitir şu planları.

Sence de öğrenmenin zamanı gelmedi mi?

Kalite Dengesi - Kufur


Kaliteli yaşamak gerek bence hayatı... Her ne kadar biliyorsak da elimizdekinden fazlasını elde etmek için çalışmayı, çabalamayı; dengeyi de kaçırmamak gerek bence. Bazen elindekiyle yetinmeyi de bilmeli insan. O aradaki düzeni sağladıktan sonra da sorun yaşayamaz zaten...


Bazı insanlar tanıyorum... Her zaman daha fazlasını isteyen. Her zaman elindekinin azlığından şikayet eden. Hayatını da bu yüzden kendine zindan eden. Bmw'sini değiştirmek istiyor bazen. Bazen 2 katlı değil, 3 katlı villada oturmuş olmayı diliyor. Bir türlü mutlu olamıyor...

Bazı insanlar tanıyorum... Kirada oturuyor yaşını başını aşmış olsa bile. Ama mutlu eşiyle ve çocuklarıyla... Yardım ediyor gece çocuklarının ödevlerine. Mutlu oluyor pilavı ve fasulyesiyle. Arabası olmasa da, şöyle bir sahil turu çocuklarla... Daha ne gerek?

Zenginlik değildir bence mutluluk. Zira mutluluk maddi bir şey değildir ki? Nasıl maddiyata bağlı olarak mutlu olunur? Tek sebebi vardır bizi daha zengin olmaya iten. Tek bir sebep... İnsanların paraya olan bağımlılığı. Daha iyi yaşama hevesi. Ve tabii ki insanın içindeki o bitmek tükenmek bilmeyen "daha fazla" isteği...

Bu yola kendimizi bildiğimizde başlıyoruz... Ölene kadar sürüyor yolculuğumuz. Zira hakediyoruz. Ancak yeri geliyor, hakettiğimizden fazlasını istiyoruz. Açıkça söyleyeyim mi? Bazen haddimizi bilmiyoruz...

Bir cafede oturuyor oluruz arkadaşlarımla ve bir kız girer içeri. Baştan aşağı süzerim genelde, saç şeklinden ayakkabısına kadar her detayı, her ayrıntıyı incelerim. O an biliyorumdur genelde nasıl bir hayat istediğini, nelerden hoşlandığını ve nasıl yaklaşmam gerektiğini. Ama yaklaşmam. Yaklaşmayı göze almam. Bilirim ki o beni aşmaktadır... Gidersem, ben onu bir yerden sonra mutlu edemeyeceğim gibi o yükün altında ezilmeye başlarım...

Bu yüzden bilmelidir insan haddini. Belli bir gelire belli bir gider bağlanmalıdır ki mutlu yaşansın. Ya da benliğinizi kaybetmeye, artık kendiniz için yaşamamaya başlarsınız. İnsan ise bencildir. Egoisttir. Ne kadar sevse de değer verse de kendi için yaşar. Bu çizgiyi aştığınızda da dengeniz bozulur. İnancınızı, güveninizi kaybedersiniz insanlara... Yapmayın...

Kaybettik, kaybedeceğiz, kazanacağız hayatımız boyunca. Bir günümüz diğeriyle aynı olmayacak asla. Düşe kalka yaşıyoruz hayatı buna alışmamız gerek. Neden düşüyoruz biliyor musunuz?
Tekrar ayağa kalkmayı öğrenmek için...

İnanın bana küfür sizi ayağa kaldırmaz... İnanın bana küfretmek sizi rahatlatmaz... Kalitenizi arttırmaz. Sizi daha iyi bir insan yapmaz. Daha güçlü, daha savunmalı yapmaz. Aksine, yapmaz dediğim her şey olmaya başlarsınız...

Öyle bir düşman olun ki olacağınızda ve öyle düşmanlar bulun ki kendinize, yendiğinizde de yenildiğinizde de haz versin size. Düştüğünüzde ve savaş sona erdiğinde elinizden tutup kaldırabilsin seçtiğiniz düşman sizi. Ve söyleyebilin şu sözleri "Yenmeme izin verdiğin için teşekkürler"

Kalite budur hayatta. Onur için, şeref için yaşadığımız, bir kez gelip bittiğinde asla geri dönemeyeceğimiz hayatta... Güzel bir isim, söylendiğinde tebessüme neden olan bir tını bırakın insanlarda. Düşmanını tebrik etmeyi bilen biri olun...

Ciddiyim, küfretmeyin. Hayat kazanır. Siz kaybedersiniz.

Hiçbir faydası yoktur, olmaz, olmayacak, olmadı... Bir gün bir yere geldiğinizi ve mevki sahibi olduğunuzu düşünün. O hakaretler saydığınız kişi, yıllardır görüşmediğiniz o eski arkadaşınız karşınızdaki yeniortağınız olursa ne yapacaksınız? Bu şekilde hatırlandığınızda ne yapacaksınız? Kutsal değerlere, kişilere, kişiliklere söyledikleriniz ne katacak hayatınıza?

Muhattap olmayın... 2-3 deneyip gidecektir nasılsa. Anlayacaktır bir süre sonra yaptığının ne kadar yanlış olduğunu... Anlamasa bile, küfre küfürle karşılık verirseniz ne farkınız kalır?

Bir çok kızgınken bir de çok mutluyken söylenen her söz sonradan zarar verir insana. Bu yüzden en mutlu ve en sinirli anlarınızda biraz da susmanız gerekir aslında. Kafayı dinlemek için şöyle birkaç dakika beklemek belki de...

Her ne kadar biz dünyaya değil dünya bize sahip olsa da burada geçirdiğimiz zamanı en güzel şekilde sona erdirmeye baksak daha iyi olur inanın bana... En azından deneyin olmaz mı?

Biraz daha kaliteli yaşamayı haketmiyor musunuz?

Hakettiğinizi elde etmek için hiçbir şey yapmaz mısınız?

26 Nisan 2012 Perşembe

Ben Tek Siz Hepiniz

Tanımasına gerek yok, adımı bilen herkes benim tek başıma olduğumu, arkadaş falan edinmediğimi çok iyi bilir. 


Çok da geçerli sebeplerim var kendimce. Ah o annem neler çekti benim yüzümden küçükken. Arkadaşlarıma uyup ne kazıklar yedim. Bizzat arkadaşlarım ne kazıklar attılar bana. Ne arkadaşlar gördüm arkadaşlarımın sahip olduğu. Ne arkadaşlıklar duydum sahibi olduğum forumdan, yetkili olduğum forumdan ve diğer her kanaldan. 






İt herif derler. İsterim ki it olsun benim arkadaşım. Köpek olsun. Köpeğim olsun benim arkadaşım insan olmasın. Her insan bilir kızınca it demeyi, köpek demeyi. Kimse düşünür mü acaba, köpek ne zaman insana saldırır? Ya hastadır ya da tehdit oluşturuyorsundur. 


Bir kere yemek verirsin köpeğe, ölene kadar unutmaz seni. 3 yıl 5 yıl da değil. Ölene kadar. Bugün git birinin 5000TL borcunu öde, hapisten kurtar. 1 yıl sonra "o geçmişte kaldı" der, "ben mi ödedim?" der.


Besle kargayı oysun gözünü derler ya hani. Sözünün eridir karga. 200 yıl yaşar. Senden benden de zekidir. Ne savaşlar ne yaşamlar ne ölümler görmüştür o beğenmediğin karga. Beslersen de aç kaldığında yine oyar gözünü. Seni şaşırtmaz, arkandan iş çevirmez. Gözüne gözüne vurur gagasını. Karga olsun benim arkadaşım. Arkamdan iş çevirmesin, gelsin yüzüme vursun ne varsa.


Nankördür ya hani kediler. Değiller arkadaş, nankör falan değiller. Kes tırnaklarını bak zarar veriyor mu sana. Ver mamasını bakalım hiç saldırıyor mu paçana?


Kurt olsun ulusun isterse benim arkadaşım. Cesaretin göstergesidir ay ışığında göğsünü kabarta kabarta. Stratejiyi de bilir, grup psikolojisini de.


İsterse koyun olsun benim arkadaşım. Gel dediğimde gelir, git dediğimde gider. İki mee der bir de ot yer.


İnsan olmasın da ne istiyorsa o olsun benim arkadaşım. Yeter benim insanlardan çektiğim. 


Her gün 10 tane "YETER ARTIK"
10 tane "BIKTIM"
Zibilyon tane (OG_Alustriel'den çaldım) konuyla uğraşıp insanların karalamalarını savuşturuyorum.


Bir konuda anlayış gösteren diğer konuda yine karalamalara iftiralara başlıyor. Birinin konusunu sonuçlandırmak bir diğerinin o konuya gelip kendi sorununu anlatmasına neden oluyor. 


Yardım istemek gelmiyor, geçmiyor içimden. Hala burada tek başımayım ben. Arada bir sigara içerim, her şey yoluna girer benim için. 


1 haftadır sinir küpüydüm ama tamamladım o evrimi. Duygusal yaklaşmıyorum artık işlere. Yaklaşmamaya çalışıyorum şu an en azından. 


Herkese eşit davranmanın sonucu olarak bundan haberdar olmayan herkes tarafından taraflı yaklaşmış sayılırsın. Bunu değiştirmek için 8 paragraf yazı da yazsan taraf tutuyorsun. Olmaz, olamaz. Taraf tutan bir çalışansın sen.


Uzun lafın kısası... Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir demiş ya Sokrates, aynen öyle diyorum. Bunu demek bile bir şeref. Küçükken anlamadığım bu laf şimdi ne kadar anlamlı geliyor. Bizim insanımız da mübarek her şeyi biliyor. 


Benim kimi uzaklaştırdığımı, firmamın günde kaç kişiye ceza verdiğini, bizlerin nasıl çalıştığını sanki yediğimiz yemeğe kadar biliyorlar. HELAL OLSUN SİZE! Her şeyi siz biliyorsunuz.


İşte bu yüzden hiçbir global oyunda Türk'ler sevilmez. 
AB kapısında ciğer bekleyen kedi gibi bekleriz. 
Karşımızdaki insanı 1 bakışta anlamış gibi yargı yapar kapak biriktiririz.
Kendi aramızda bile anlaşamayız.
Sporu sporluktan çıkartıp her fırsatta kavga ederiz.
Annesiyle oğlu galatasaraylı diye linç etmeye kalkarız.
Kendi yargımızı kendimiz yaparız, yasalara saygı duymayız.


İşte bizim milletimiz çok iyi biliyor ya her şeyi... O yüzden en akıllılarımız bugün yurt dışında.


Çalıştığım iş de, eğitimim de, geçmişim de, dilim de müsait. İnşallah ben de kaçıp kurtulacağım buradan. İster beyin göçü desinler isterlerse ülkesini sattı. Bugüne kadar arkamdan söylenenleri dinlemeye kalksaydım buralara gelemezdim.


Zorunlu olmadıkça kaç Türk kalır şu ülkede? Güvenlik desen yok, huzur desen yok, gelir desen... İnanır mısın gelir bile yok...


Çıkarım yurt dışına. Kediyle köpekle otururum evimde. 
Köpeğin bile kediyi kabul ettiği şu dünyada tek bir arkadaşı kabul etmiyorum ben.

Neyi bekliyorsun ?

Şu an şu cümleyi okurken bile 3 saniye daha kesildi ömründen. Ne kadar kısa bir süre değil mi bu 3 saniyelik zaman dilimi? Yaklaşık 6 kişinin son nefesini vermesine yetecek kadar kısa bir süre...

Ölüm,
ölüm ani gelir dostum. Ölüm odana girip seni rahatsız eden bir sineğe benzer, nereden geldiğini bilemezsin. Ölüm aşka benzer, ne ara yakalandın anlayamazsın. Ve ölüm davetsiz bir misafirdir dostum, ansızın gelir ve öyle bir misafirdir ki onun yüzüne kapıyı kapatamazsın.


1 saniye daha yaşayabileceğini nerden biliyorsun? Ya da bu yazıyı sonuna kadar okuyup bitirebileceğini? Yazdıklarım sana doğru geliyor biliyorum ama sen halen "Ya doğru söylüyor olabilir de olmaz öyle şey hmfps..." gibisinden kelimeler canlandırıyorsun hafızanda, kendinle çelişiyorsun.  Haklısın da kendinle çelişmekte, gerçekler insanın yüzüne birden bir tokat misali vurduğunda sersemlememek içten değildir dostum. Ben bu yazıyı bitirebileceğimi bilmiyorum, belki bitiremeden bi kalp krizi sarsacak bedenimi, ya da bir deprem yıkıverecek üstüme onlarca beton bloğunu, serseri bir kurşun da bulamaz mı beynimin ücra bir köşesini?

Eğer ben bu yazıyı sana ulaştırabiliyorsam, görevimi yapmışım demektir. Bunun da en güzel tarafı nedir biliyor musun? Ne zaman öleceğimi bilmediğim için, bir amaç uğruna acele etmektir. Kanla başla çalışmaktır. Peki sen ne zaman öleceğini bilmediğin halde amaçlarına en kısa sürede ulaşabilmek için çabalıyor musun ? Çabalamıyorsan ne bekliyorsun? Neyi bekliyorsun? Amansız bir hastalığın başına gelmesini, sonra da kurtulmayı mı? İbrahim Tatlıses gibi mermiye kafa atıp da hayatta kalmayı mı? Yoksa bir tırın altında kalıp 30 kırıkla hayata devam etmeyi mi?

Uyan dostum,

Seni çepeçevre saran bu tutsaklık uykusundan uyan, uyan ki ulaş amaçlarına, uyan ki değiştir yanlışları, uyanki gör yalanları...

Gözleri açık uyumak, sence de çok saçma değil mi?

Hayat Zorluk Cikarabilir


Şu sıralar açıkçası yazmaya pek de vaktim yok ama bu birkaç günde yaşananlar sebebiyle içimden geldi. Ben de içimden geleni içimde tutan bir insan olmadığımdan, doğruca paylaşma kararı aldım.
 Haklısın, seni tanımıyorum. Sana demedim zaten. Bilgisayar'a anlatıyorum ben. Bilgisayar da sana ispiyonculuk yapıyor. Yoksa benim doğrudan sana anlatma olanağım yok.

  Neyse, bir video izledim geçen gün. Özür Dilerim Hayat vb bir muhabbet dönüyordu. Ali'nin 8 Günü adlı filmden bir sahneymiş. Buradan esinlenerek konuyu açalım.

 Siz hayatı ne sanıyorsunuz inan bilmiyorum ama güvenin bana, sizi el üstünde tutacak, her dileğinizi yerine getirecek, size kolaylıklar sunacak bir şey diye düşünüyorsanız çok büyük bir yanılgının içindesiniz demektir. Hayat nedir ben söyleyeyim. Kendime göre olan terimini paylaşayım. Hayat savaştır. Kazanıp kaybettiğinin, öldüğün gün belli olacağı hiç ama hiç bitmeyen bir savaştır.

 Hayata isyan eden insanlar var. Ali'nin 8 günü adlı filmde de bu olay vardı. Neden hayat zor, neden herkes yapmacık vb muhabbet dönüp durdu 8 dakika boyunca.
 Neden olmasın? Neden hayat senin tarafını tutsun? Zaten ne anlamı olur ki?

  Hani bir laf vardır, kazanılan bir lira, bulunan yüz liradan değerlidir diye. İşte onu yaşayınca anlıyor insan. Kendi kazandığı parayı harcayınca değeri görüyor. Neden peki? Çünkü uğraş veriyor. Emek veriyor. İşin temeli de bu zaten. Uğrunda savaş vermediğiniz, çaba göstermediğiniz, yorulmadığınız hiçbir şey size değerli gelmez.

 Sevdiğin kişinin peşinden koşarsın. Sevdiğin işin peşinden koşarsın. İstediğin vücudu yapmak için yemekten kısarsın. Günde 1.5 saat spor salonunda ter dökersin. Kaybetmemek için anlayış gösterirsin. Onu yaparsın bunu yaparsın. Neden? Çünkü değer diye düşünürsün.

 Değer diye düşündüğün her şey için de kendi çizginden çıkarsın. İşte bu çizgiyi tamamen kaybedersen de "Neden?" sorusu çıkmaya başlıyor.

 Neden hayat zor? Neden hayat bana karşı acımasız? Neden hep üstüme geliyor?

 Gelmesin mi? Bunları aştıkça hayat değerlenecek çünkü en değerli şey zaten sensin. Senin hayatın. Yok şimdi hiç deme bana o daha değerli, kendimden çok seviyorum diye. Bir gün ayrıldığında bunu okuyup gülme sonra bana haklıymışsın diye. O olmadan da yaşıyoruz. Kandırmayalım birbirimizi.

 Bir çocuğun, sınava isyanı gibi bu. Hiçbir işe yaramayan acizlik göstergesi. Neden? Neden? Neden?

 Başka bir seçenek daha var. Nedenini sorma. Hayat seni dinlemiyor ki? Karşına bir sorun çıktığında aşmayı bil. Zaten karşına sorun çıkmıyorsa hayatında bir şeyler ters gidiyor demektir. Sorunsuz hayat, boştur. Çünkü her zaman daha yükseğe çıkmak zorundayız. Daha yüksek demek her zaman daha fazla risk, daha fazla çaba demektir. Olduğun yerde durduğun sürece sorun yaşamazsın merak etme.

 Herkesin hayali vardır, şu ülkede, şu şehirde, şöyle bir evim, arabam, şu kadar da param olsun, başka bir şey istemem.

 İstersin dostum. Bir süre sonra öyle boş gelir ki her gün yaşadığın o güzellik, bir şeyler için uğraşmak istersin. Ah fırsatım olsa da yaşatsam bana kafa tutanları 1 ay bu şartlarda. Ağlaya ağlaya yapacak iş ver bana diye tutturmalarını dinlesem.

 Şu ki diyeceğim, ya isyan edeceksin (ki işe yaradığı görülmemiş) ya da her engelde daha güçlü olduğunu hayata göstereceksin.

 Bir hint atasözü vardır. "Başkasından üstün olmamız önemli değildir. Asıl önemli olan, dünkü halimizden bugün daha üstün olmamızdır."

 Engeller zorlar bizi. Bir oyunda kestiğin yaratık gibi deneyim verirler sana. Güçlendirirler ruhen.  "Güçlü fizik, içi boş bir fizik ise fiskeyle de yıkılır, güçlü ruh dışı çelimsiz bir vücutla da doğrulur."

 Şunu düşünün; Neden filmlerde her şey önce kötüye sarar da sonra düzelir? Neden Melekler ve Şeytanlar filminde her şey en sonunda çözülür? Neden Rocky Balboa önce dayak yemek zorundadır? Neden Frodo Mordor'a tek başına gitmek zorundadır? Neden düşman sayısı artarken kişinin yanındaki sayı çok daha küçüktür? Neden işler sarpa sarmadan önce de sonundaki kadar güzel olamaz?

  Çünkü filmlerin tamamı aynı temaya dayanır. Giriş, gelişme, sonuç. Orta hal, kötü hal, iyi hal. Hepsi sadece bundan ibarettir. Zira hayatımız da. Zaten anlatılmaya çalışılan da...

  Cindirella Man adlı filme göz atın dostlar. Hayatın inişleri ve çıkışları olduğunu gösteren, her kötü durumun ilerde size fırsat olarak döneceğini gösteren, hayat size engel çıkardığında oturup "Şimdi ne olacak?" diye düşünmek yerine beklemeden bir sol vurarak o engeli aşmanız gerektiğini anlatan naçizane bir film.

Oscar ödüllü Russell Crowe, bu filmde size tüm yazdıklarımı görsel yönüyle anlatacaktır.


 Bu arada, teşekkürler anne. "İzlediğin film, oynadığın oyun, okuduğun kitap sana her zaman bir şeyler katmalı." demiştin.

 Haklıymışsın.

 Umarım sizler de anlamışsınızdır.

 Hayat bisiklete binmek gibidir, pedal çevirdikçe düşmezsin. Oturup düşündüğünüz her an, ne olacak diye beklediğiniz her duraksama, kafanızın karıştığı her durum sizin pedallarınızı durduracak.

 Düşmeyin hiçbiriniz. Ama şunu da unutmayın ki en büyük düşmanınız sizsiniz. Hayatı siz ve hayatınıza bakış açınız yönlendirecek.

 Size bir tane vurduğunda sağlam bir sağ aparkat çıkarmayı sakın unutmayın.

Dipnot: Ben olsam ağzını burnunu kırardım.

ASK

Bu çağrı politik değil. Bu çağrı siyasi değil. Dini değil. Çok daha insancıl bir amaç için, duygu için. 


Aşk için.


Aşık olduğunu anlatman için. Aşık olduğunu kabul etmen için. Her şeyden önce, anlaman için. 




  Aşık olduğunu söyleme bana eğer ondan ayrı kalmadıysan hiç. Hayal ettiğin kafeye onsuz gidip oturmayı planladığın koltuğa boş boş bakakalmadıysan bana hiç masal anlatma. Birlikte kurduğun hayallerini onsuz yaşarken gözlerin onu aramıyorsa konuşma bile. 


  Sana dinlettiği şarkıyı durmadan dinlemiyorsan aşık olmamışsındır sen. Konuşmanın hiçbir şeye yaramayacağını bilmene rağmen konuşmaktan çekinme yine de. Bırak o vazgeçmiş olsun. Sen yine söyle ona içinden geçenleri. Tutamazsın zaten eğer aşıksan. Anlat sevgini en süslü cümlelerinle. Ne seni sevip sevmediğini bilirsin ne de başkasına karşı ne hissettiğini. Sadece onu nasıl sevdiğini bilirsin. Sev o zaman bildiğin gibi.


  Elinin 5 dakikada bir telefona gidip mesaj gelmiş mi diye bakmasına izin ver. Her anıyı hatırlamanla kalbine ok saplanmış gibi acımasını hisset. Bunun kızla, erkekle, ergenle alakası yok. Bunun seninle alakası var. Kimse bilmesin gerekiyorsa. Kimse inanmasın senin aşık olabileceğine. Sen içinde yaşa. 


  Gecenin 2sinde uyanıp tekrar uyuyamıyorsan zorlama kendini doğana karşı. İçiyorsan yak bir sigara oturup mutfağa ay ışığında. Üflediğin dumanından silüetini çıkarıp dokunmaya çalış. Korkma, izlemiyor seni kimse. Biliyorsun, değiştirmeyecek konuştukların. Sadece sana daha kolay sahip olmuş olacak ve daha çabuk vazgeçecek senden. Çünkü sen de biliyorsun; en güzel aşk zor olandır.


  Dünyanın en büyük kaybedeni sensin o anda. Her şeyini verirdin. Dünyayı tersine bile çevirirdin. Uğruna neler yapmazdın... Şimdi yok yanında. Olması için neler yaparsın değil mi? Yap o zaman ama bekleme dönmesini. İçini boşalt tüm varlığınla. Tutma kendini bir iki kelime yazmamak için. Yaptığın vapur yolculuğunda göz yaşlarını tutmaya çalışma. O vapura birlikte binmiştiniz...


  Nasıl sevdiğini söylemekten çekinme. Bırak yükselsin iyice. Bırak sana sahip olduğu için umursamasın söylediklerini artık. O, bu aşkı yaşamayacak diye sen de kısıtlama kendini. İçindeki duygu selini yaşa. Aynı şarkıyı günlerce dinle. Özle tüm kalbinle. Belki de başkasıyla mutlu şu anda. Önemi yok, sen sevmiştin onu. En çok da sen sevebiliyorsun. O bilmiyor olsa da sen hisset bunu.


  Dayanamayacağın noktaya gelene kadar bırakma peşini. Dolu dolu yaşa çok nadir yaşayacağın bu duyguyu. Doy buna. Sonu gelene kadar, o sana yeter diyene kadar, sen vazgeçene kadar... Vazgeçme.


  O güzel hayaller son bulduğunda, konuşmalarınız sona erdiğinde, artık sesini duyamadığında buna üzülsen de tebessüm oluşacak yüzünde. Bir şekilde, o, hala mutlu. Sevgi de bu değil mi? Sensiz olsa da mutlu olmasını dilemek belki de...
  
  Diğerlerinin ne dediği kimin umrunda? Erkek adam aşık olmaz, sevmez, ağlamaz, kalbi acımaz... Bir karşı cinsini sevemeyen bu dünyada, neyi sevebilir gerçekten? Korkma sen aşık olmaktan. Acısı da güzel bunun, tatlısı da.


  Her anının tadını çıkar, her anı doluca yaşa. Başlangıcının heyecanı da bir şeyler katacak sana, sonundaki göz yaşları da.


  Kulak ver bu çağrıya. Hiçbir şeyi içinde tutman gerekmiyor. 


 Bu kaosun içinde, toz bulutları ve karanlıkla kaplı bu gezegende bir gül ver sevdiğine. Sevsin, sevmesin meselesi değil. Bu güzelliği yaşat sadece. Görsünler neler yapabileceğini hem de "HİÇBİR" karşılık beklemeden. 


  Tüm bu toz bulutunda gözlerini ayırma ondan. Birileri kendine gel diyecek. Birileri gelip saçmalama diyecek. Omzuna dokunup seni silkeleyecek. Ayırma sen gözlerini onun olduğu yerden, o yerinden ayrılmış olsa da. 


  Dönüp her baktığında gözlerini görebilsin onu izleyen. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsin. Sağında solunda duranlar bir gün gidecek hayatından ve sen hayatında yaşadıklarınla devam edeceksin. Bunu bir başkası için ziyan etme. 


  Her gece onunla uyu yatağında o yatakta olmasa da. 
  Her sabah günaydın de ona, o seni duymasa da.
  Sevdiğini söyle her fırsatta, karşılık almasan da.


  O an gelecektir aklına. Bittiğini anladığında her şey yavaşlar senin için. Zaman durur sanki. Kalbinde bir acı hissedersin. Gözlerin yere düşer. Dik omuzların salar kendini yer çekimine. Başını dik tutamazsın. Hayat maalesef ki devam edecektir bu acılar ve anılarla...


  Aşk böyledir, karşılık beklemeden yaşanan tatlı dikenleri olan ama solmayan bir gül. 


  Ellerin kanasa da bırakma o gülü elinden. Bir gün o gülü daha sıkı kavramış olmayı dileyeceksin yoksa...


  Kendini ağırdan satma seni sevsin diye. Kendini kısıtlama. 


 Sev. Sev ki, gerçek bir şeyler olsun hayatında şu yalan dünyada. 
 Bir kez olsun korkma. Ne der, nasıl tepki verir deme. Seviyorum de.


 Aşk böyledir çünkü. Bir akşam mesajına cevap gelmediğinde bittiğini anlarsın. O mesajına cevap almasan da yazmaktan vazgeçme. Sonuç alamayacağını bilsen de vazgeçme ki kalbinin atmak için bir sebebi olsun...

25 Nisan 2012 Çarşamba

Otur

Otur ne olur düşün bir önce... Sen böyle değilsin bence...

Genel bir bakış atıyorum etrafıma. Zaten her şey sapmamış mı amacından?

Anlamadın değil mi, tamam dur baştan başlayalım yine...



ERKEK!

Bak ne kadar güçlü bir kelime... Ne yaptın tarih boyunca haberin var mı? Birlikte bir göz atalım.
Avlandın sen tarih boyunca biraderim. Nice yıllar boyu dağı, toprağı aşıp hayvanlar yakaladın. Ağ ile, ok ve yay ile, kılıç ve balta ile, bazen de çocuksu iç güdün sayesinde sapan ile...
Güçlendim kardeşim. Görüntü olsun diye değil, ihtiyacın oldu diye. Taşıma işlerini hep yüklendin omuzlarına ki ağırlığın altında ezilmemeyi öğren. Taşımayı öğrendin ki doğa şartlarına ayak uydur. Tutmayı öğrendin ki kaçmasın avların ellerinden...
Korudun tarih boyunca ağabeycim. Kadınını, çocuğunu düşmanından korudun, doğal afetlerden korudun, hayvanlardan korudun. Yeri geldi, ufaklık kendine zarar vermesin diye onu kendinden korudun...

Ne ben anlatabilirim ne de bu sayfalar alır canım kardeşim. Neler neler başardın şu insanlık tarihinde sen bir bilsen... Ama hep güçtü adın, liderdi. Aileyi ayakta tutan da sen oldun, bir vatanı savaştan sağ salim çıkaran da...

Askerde bak bir rütbene. Yukarı bakan bir ok göreceksin ya hani. Bu bir liderlik ve erkeklik sembolü işte. Gördüğün her yerde yüce olan sensin hacım.

Hatırladın mı geçmişini şimdi? Gözünde canlandı mı o kahramanlık anıların?
Mızrakla, ok ve yayla hayvan avlanan günlerinin gördün mü gerçekten? İşte bu, senin DNA'nın en içlerine kadar, iliklerine işlemiş doğal yaşam döngüsünün bir parçası...

Gel şimdi günümüze tekrar. Bak bakalım ne avlıyorsun? Ne taşıyorsun? Ne kovalıyorsun? Kimi koruyorsun?
Bak omuzlarına, dik mi duruyorlar sence? Kolların gösteriş için yapılmış kaslar değil de gerçekten işle, güçle mi dolu? Gözlerin her türlü tehlikeye karşı tetikte, çakmak çakmak bakıyor mu etrafına?

Zorlandın mı? Ya zorlandın ya da okumadın arkadaşım... Çünkü yok artık o devir geçti. Ne var biliyor musun?
Bence erkekliğini kaybediyorsun...

Emo olup da her şeye kırılıp dökülmekle erkek olamazsın. Sevgiline onun sana attığından daha fazla trip atarak da olamazsın. Her şeye gülerek, hep sırıtarak da olamazsın bence. Anlaşalım bak, bunlar benim görüşlerim. Ama "aşqm" falan yazarak da erkek olamazsın. Her gün anlamlı sözler yazmaya çalışarak da olmaz bu iş, inan bana.

Düşün bir 3 sene sonranı, 5 sene sonranı düşün. Askerde olacaksın.

Zorlanacaksın. Aşağılanacaksın. Bir gün belki bir savaş çıkacak. O gün neye ihtiyacın olacak hiç düşündün mü? Hazır mısın hayata?

Avlanacaksın tekrar, köşe bucak sessizce ilerleyip yakalayacaksın düşmanını.
Güçleneceksin tekrar, o şişme kaslarınla değil, demir döverken, iş yaparken kullandığın kaslarını kullanacaksın.
Koruyacaksın takım arkadaşını, kollayacaksın arkasını her zaman.
Öyle bir an gelecek ki, içi boş sözlere anlam katmaya çalışmak yerine o anı zar zor kelimelere sığdıracaksın.

Sana anlatıyorum hacım. Facebook'da durmadan kalpli mesajlar gönderen...
Kendini çok şeker zanneden...
Her şeye gülüp duran kardeşim sana söylüyorum...

Ne cam olacaksın ki kırılasın, ne şeker olacaksın ki eriyesin.
Sık yumruğunu bir bak kollarına, şöyle bir kendine göz gezdir. ERKEKSİN sen be biraderim kendine gel...

Gel, otur bir düşün...
İstemiyorum başka bir şey, dokunmasın bana yararın ama düşün önce bir...
Gel, şöyle bir otur...
Otur kardeşim...

Zaman

Zaman... İnsanoğlunun iradesine boyun eğmeyen ve değiştirilemeyen tek gerçek. Hiç kimsenin gücünün yetemeyeceği, milyarlarca yıl boyunca kendinden ödün vermemiş ve bugüne kadar akmayı bırakmadığı gibi bundan sonra da akacak olan zaman... 
Zaman böyle geçip giderken onu yakalamak için çaba sarfediyor musunuz?


Ya da düşünüyor musunuz hiç? Neden okumak bizim için önemliydi, neden derslere önem vermeliydik, neden farklı dallarda birşeyler yapmalıydık? Neden annelerimiz piyanosundan gitarına, resminden basketboluna bizi hep biryerlere göndermeye çalıştı? Sıkıldılar mı bizden dersiniz?


Birçoğu farkında değil, hayatı boş geçiyor. Anladığında da o "zaman" geçmiş oluyor. Telafisi ise imkansız. Şunu söylemeye çalışmıyorum, yanlış anlamasın kimse. Çok şey öğrenin, herşeyi bilin... Bu da imkansız. Ancak herşeyi bilmeye çalışan filozoflardan Sokrates'in mükemmel bir sözü vardır :"Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir."


Kaç kişi gerçek anlamını biliyor, anlıyor acaba? Gerçekten yaşamadan bilemezsiniz. Öyle ki birgün bir anne görürsünüz, çocuğu ağlıyordur annesi almıyor istediğini diye. Bakarsınız çocuk ne istiyor diye... Şekerlere uzatmıştır elini. İşte o anda ya kızacaksınız bir şeker alamıyor musun kadın? diye sorarak içinizden ya da bileceksiniz ki onun da kendine göre bir bildiği var. Önyargı yapıp "madem bakmayacaktın neden doğurdun?" diye soruşturmak kolay. Bir de empati kurmayı deneyin o zaman...
Dişlerinde problem olabilir, şeker yememesi gerekiyor olabilir, o gün gereğinden çok yemiş olabilir...
Bilemezsiniz ve bunu kabul etmek zorundasınız. Kabul etmek zorundasınız ki, "Hiçbir şey göründüğü gibi değildir."


Tamam diyelim, önyargıdan kurtardık kendimizi. Zamanın akıp gittiğine de inandık. Yakalamak gerek ama bilmiyoruz hala ne için?


Bunu ben de anlatamam kimseye. Şu anda bu yazıyı okuyabilen herkes için diyorum ki henüz geç değil. Gelin deneyelim. İlerde gidecek 1 ay yerine bugün kaybedeceğiniz 1 hafta çok daha mantıklıdır anlamanız için. Hiçbir şey yapmadan sadece kendinizi eğlendirin 1 hafta. Belli bir amacınız olmadan yaşayın. 1 hafta dayanırım diyen mi var? 2 hafta olsun... Kimseyi kırmayalım, 1 ay olsun. Durun bakalım durabiliyor musunuz?


Eylemsizlik, boşluk, amaçsızlık sizi tembelliğe itecek. Hiçbir işe yaramadığınızı, bir parazit gibi, virüs gibi yaşadığınızı anlayacaksınız. Ya baba parası yiyor ya da hazırdan harcıyor olacaksınız. Baba parası ise sonra çalışmak size zor gelecek. Yok hazır harcıyorsanız dağ dayanmayacak ve yine çalışmak zorunda kalacaksınız ve bu daha da zor gelecek. İnsanoğlunun bana göre tek amacı, amaç edinmesidir.


Bu yüzden okuyoruz kitapları. Amerika'nın New York'unda görüşünü bildiren adamın ne düşündüğünü İstanbul'dan alıp okuyorsun. İnsanların hayata bakış açılarını görüp engelleri aşmanın yollarını çözüyorsun. Her kitapta biraz daha fazlası, her kitap fazladan bir vitamin gibi ayağa kaldıracak seni ama o çorabın ilk söküğünü atman gerek. Zor gelecek, sıkılacaksın ama ne güzel ki bu hayatta işe yarar?  Beğendiğin herşey berbat değil mi? Para gerek, çalışmalısın. Pasta güzel ama çok yememelisin. Bira hoş ama kendini kaybetmemelisin. 


İşte bu yüzden diyorlar ki fani dünya sınav alanı sana bana. Sık dişini iki dakika.


Şu yönünden bakalım kolay geleceğini anlayacağız... Güzel bir lise için ortasonda sınav. Güzel bir üniversite için lise sonda sınav. Güzel bir iş için iyi bir üniversite. İyi maaş için iyi iş. İyi maaş, güzel bir ev, güzel bir araba ve mutlu hayat. Ardından da o güne kadar beklediğine değeceğini gösteren her türlü eğlence...
Unutmayın, 100 sorunun 99 cevabı paradır.


Biraz daha açalım. Hayat hızlıca akıp gidiyor demiştik. Nasıl yakalayacağız?


Anlamak, sorgulamak, yargılamak, refleksler, doğru düşünce ve çözüm yolları.


Unutmayın ki anladığınızı sandığınız her vaziyet anladığınız gibi değildir. Bu bizim ilk kuralımız. Ancak yine de hiçbir şeyi anlamaya çalışmayın diyemeyiz. Anlamanın yollarını öğrenmek gerek.


Öncelikle anlamak ve bu anladıklarımızı unutmamak gerek. Peki biz bunu yapabilir miyiz?


İnsan beynindeki 1 gram DNA'da 1 trilyon CD kadar bilgi bulunur. 1 CD'ye de 200 kitaplık bilgi sığacağı göz önünde bulundurulur ise, beynimizin 1 gramında 200 trilyon kitap kadar bigli tutabiliriz.
Siz kaç kitap tutuyorsunuz?


Sorgulamak, felsefenin baş tacıdır. Felsefede her bir duruma neden gereklidir. 
Biri o gün size kızdıysa siz de ona mı kızıyorsunuz yoksa nedenini düşünüp gerekirse soruyor musunuz? Ya da farklı bir örnek vereyim. Ceylanların konuşabildiklerini düşünelim. Avcılar ceylan avına çıktıklarında bir ceylan karşısına çıksın. Desin ki "Sen şimdi beni öldürmeye geldin değil mi? Ya zevkine vuruyorsun bizi ya da yiyeceksin... Neyse ki sorun değil, doğanın kuralı bu. Her canlı, insanlara hizmet amacıyla yaratılmıştır, biz de sizin kadar biliyoruz bunu. Hazırım ben."  


Sizce avcı tetiği çekebilir mi?
Unutmayın ki insan sadece anlamadığına karşı düşmanlık besler. Düşman istemiyorsanız anlamayı öğrenmek zorundasınız. Düşman demek kötü demek değil, farklı düşünen demektir.


Yargılamayı zamana bırakın. Bir konuyu tek hamlede çözemiyorsanız parçalayın. Dizinde odunları bir kerede kıramayan çocuğa babasının nasihatı gibi... Odunları tek tek kırın.


Refleksler hayat kurtarır. Bu beyin - vücut senkronizasyonu sizi hem düşünsel hem de fiziksel olarak korur. Tabii ki bahsettiğim göz kırpmak, nefes almak vesaire değil :)


Reflekslerinizi geliştirmek hem beyninizi hem de vücudunuzu daha çevik hale getirir. Gördüklerinizi, duyduklarınızı ne kadar hızlı anlar, çözer ve yanıtlarsanız, o kadar zinde olacaksınızdır. Unutmayın ki bakmak ile görmek aynı değildir. Sizde 2 tane olan gözden deniz anasında 3 farklı çeşitte toplam 5 tane olabiliyor. Ancak deniz analarının beyni yoktur. Gözlerinizi adım atmak için değil, farkındalığı bulmak için, gözetlemek için kullanın.


Karşınızdakinin söylediğini anlamak için karşınızdaki gibi düşünmeyi bilmek zorundasınız. Bunun için öncelikle beden diline hakim olmanız gerek. Duruşu, bakışı, ellerinin pozisyonu, ayaklarının ne yöne baktığı ile anlatılmak isteteneni çözebilirsiniz. Sadece duyduğunuz kısımla hareket ederseniz, yanılırsınız. Ayrıca empati yapmayı alışkanlık haline getirmelisiniz. Başından ne geçti, ne geçmiş olabilir, biraz önce hangi hal ve tavırdaydı, sizle konuşurken nefes alış verişi, duruşu, konuşma tarzı ya da ses tonu değişti mi?..


Çözüm yolları strateji geliştirir. Bahsettiğim tüm aşamaların ardından beyin kendi kendine tüm sorunları çözmeye yönelecektir. Çünkü siz okumak istemeseniz de beyin, gözün gördüğünü okuyacaktır. Basit bir testle herhangi bir yazıya dönüp okumamaya çalışın. Her harfi tek tek okuyacağınıza eminim. Bu size bağlı değildir. İşte çözüme ulaşmaya çalıştığınız farklı yollar da size bu şekilde dönüş yapacaktır. İstemeseniz de konuları, sorunları çözüme ulaştıracaksınız.


Tüm bunlar ne katacak hayatınıza, ne düşüneceksiniz, nasıl yaşayacaksınız ve bu yazıyı okumak size ne kazandıracak? 


Bunların cevabını ben veremem. Çünkü;
Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.

4 saat

Afiyet olsun dostum. Sen öyle veya böyle doyurdun karnını, bastırdın açlığını. Bu yemek sana 3  veya 4 saat yetecek diyelim.
O 4 saat içinde ; 4000 kişi açlıktan ölecek.



Şimdi sen "ne yapıyım yani, onca insanı ben mi kurtarıcam" diyeceksin ve gene en başına dönücez. Yapma, dönmeyelim geriye ve bir süre duyarlı olmaya çalış. Yapsam ne olur ki demek yerine, neler yapabilirim de hayatında belkide ilk defa.


Şuan çoğunuz "Bende zor durumdayım,bak şu var , bu var , ebesinin amı var ..." gibi kafanızda 750 bahane ürettiniz.


Peki ya boku bokuna harcadığınız paralar ?


Sigara ?
Alkol ?
Uyuşturucu ?
Kumar ?




Sadece bunlara harcadığın para ile bağış yapsan, belki onları doyuramayabilirsin ancak açlıktan ölmelerine engel olursun.


Ve birde bunları senin gibi düşünen milyonların yaptığını düşün...


Hani bir söz varya "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" diye. Artık ne yazıkki sadece bir söz olarak kalmış. İnsanlığımızı içimizden söküp alan şerefsizler, bu gibi değerlerimizide beraberinde götürmüşler.


Uyan dostum, her geçen saniye seni boğan bu uykudan uyan...

Insanlık


Nasıl başlayacağımı düşünmeden giriyorum yine konuya. Belki de bu ilk cümlede onlarca kişi vazgeçecekken okumaktan hem de...

Benim derdim binlere hitap etmek değil. Bir bir kurtarmak aslında. Çünkü merak ediyorum bazen gerçekten. Nereye doğru yol aldığımızı gören bu kadar az kişi miyiz biz? Gerçekten neler olduğunu farketmiyor musunuz? İnsanların artık iyice uç noktalarda yaşamaya başladıklarını gören bu kadar az insan mı var?

Kısa bir hikaye anlatmama izin verin...

2008 yılında Knight Online'dan başımı kaldırıp bir süre için salona geçtim. Güzel bir belgesel vardı. Türkler tarafından yapılmış, eski buharlı gemileri anlatıyor. Tabi bu esnada o zamanlardaki gündeme, önemli olaylara da yer veriyor.
Vapurlardaki ilk seyyar satıcılıktan başladı anlatmaya. O zamanlar Burhan Demircan dendiğinde İstanbul'da tanımayan yok. Burhan pazarlama olarak bilinen, 44 yıldır Eminönü vapur hattında seyyar satıcılık yapan Burhan beye kadar her detaya girdi. İnsanların o zamanki vapur "adabına" kadar. Bakın bir vapur adabından bahsediyorum burada.
Biz nasıl ki bugünlerde otobüse hemen hemen aynı insanlarla biniyorsak işe gidip gelirken, o zamanların vapurları da böyleymiş. Birbirine selam veren, hemen hergün aynı yere oturan, görevlisine, büfesine kadar teşekkür eden bir nesil düşünün. Koşturarak vapura binip inen değil, fötr şapkasını tutup hafifçe kaldırarak selam veren, birbirine yol veren nesilden bahsediyoruz.
Bunları gördükçe içim bir hoş oldu. Anlatan adam da kendini öyle güzel kaptırmış ki, belgeseli bulsam defalarca izlerim.
Neyse ki o an geldi... Artık buharlı vapurlar kalkmaya başladı. İstanbul'dan kalkan buharlı vapurlardan "İnkılap Vapuru'nun da İzmir Aliağa tershanesine götürülüşü anlatıldı.
İnsanların İstanbul'da ve Çanakkale boğazında o gemiyi izleyip ağladığı videolar gösterildi. İster inanın ister inanmayın, ben de ağladım.
Neler taşımış, neler yaşamış sizin basit bir teneke yığını dediğiniz o vapur. Ne anarşi ne devrim ne cinayet girişimleri, ne sağcılar, ne solcular görmüş. Ne dalgalara, ne rüzgarlara göğüs germiş bir bilseniz...
İnsanlar, O vapura saygısından sabahın erken saatlerinde kalkıp gidişini izlemiş, çekiciler eşliğinde...

Bugün neye saygımız var diye düşünüyorum?
Yere attığımız çöple görüyorum ki, doğaya saygımız yok.
Anneye bağıranları görüyorum ki, aileye saygımız yok.
Metrobüste koşturan gençleri görüyorum ki, yaşlılara saygımız yok.
Yapılanları beğenmeyenleri görüyorum ki, emeğe saygımız yok.
Hepsini geçtim;
Kendine küfrü yakıştıranı, el-alemin kızına bakanları görüyorum da anlıyorum. Artık kimsenin kendine saygısı yok.

Kızların 3-5 fotoğrafla kendine binlerce hayran yaratabildikleri bir facebook var artık nihayetinde. Aç gençliğimiz sayesinde elde avuçta edinebileceğimiz kız "arkadaşlarımızı" da kaybettik artık. Selam verip "sen de mi hayransın bana?" diye cevap almaya alışmaya başladık. Sanal ortamda sağladıkları özgüven sayesinde kendini dev aynasında gören binlerce kız dolaşıyor dışarda. Aşka, sevgiye, arkadaşlığa saygısı olmayan...

Tüm gün "saçımı nasıl tarasam?" diye düşünen erkeklerimiz var bu sayede. Artık erkekliğin ne olduğunu unutmuş bir biçimde "ortam çocuğu" olmaya çalışan.

Gerçekten kınıyorum. Bugün baktığımızda gördüğümüz resimle 40 yıl öncesi arasında çok fark var. Burhan ağabeyimiz çok güzel ürün pazarlıyordu ama neslimiz bunu yanlış anladı. Afedersiniz ama, kendini pazarlıyor.

Hem görüyor hem de duyuyoruz. Çok yakın bir arkadaşım, babaannesinden bahsediyor. Gençken nasıl fileli şapkalar takarmış, nasıl eldivenleri varmış, nasıl giyermiş o kıyafetleri endamıyla... Dışarı çıkıp bakınca, "ah" diyorum, "keşke o 60'ların, 80'lerin kadınları olsa yine sokakta. Bir erkek bakınca yüzünden ne düşündüğü anlaşılmasa. Yanlış anlaşılma korkusu ile uzun süre bakmasa. Saygılı davranıp tanışmak istediğinde bir çiçek tutuştursa eline..."



Bana geri verin o saf güzelliği, ben de size "yüzüne badana yapılmış" gençlerimizi göndereyim. Siz bize Kurt Cobain'i verin, Justin Bieber'ı gönderelim.

Yollarda bey amcalarımıza selam verelim yine.

Ben o yılları yaşamak istiyorum. Saygıyı görmek istiyorum. Sadakati, aşkı görmek istiyorum. Böyle saçma insanların saçma tripleriyle uğraştırmayın beni. Ben biraz Marilyn Monroe göreyim. Marlon Brondo izleyeyim birazcık. Western filmlerine bakayım. Plaklarda şarkılar dinleyeyim. Doğal hayata döneyim yine. İnsanların birbirlerini resimleri yüzünden değil, kişilikleri yüzünden beğenildiği zamana gideyim.

"Okumayan, araştırmayan, gezmeyen bu toplumun bir bireyi olmak istemiyorum.
Ben milliyetçiyim, ülkem en iyi olsun istiyorum.
Ben hürriyetçiyim, ülkem en rahatı olsun istiyorum.
Ben tarihçiyim, ülkem unutmasın istiyorum.
Ben ilericiyim, ülkem geleceğine yapsın yatırımı istiyorum.
Ben hümanistim, ülkem insanına değer versin istiyorum.
Ben hayvanseverim, kedi köpek taşlamak kimseye iyi hissettirmesin istiyorum.

Neyle doldurulur bu insan denen kap ben biliyorum. Ne yer, ne içer, neyle beslenir ben biliyorum. Ama hazmi kolay her şeyi seçer insan onu da biliyorum. Zorlanmaya gelmez, kolayına kaçar, tembelleşir, görüyorum. Ve ne alırsa başta, onu verir sonunda. Neyle beslenirse, onu çıkarır karşına.

Ben hepinizde varım biraz ama siz "vicdan" ne demek pek bilmiyorsunuz. Ben hepinizde varım da siz içinizde olduğumu bilmiyorsunuz. Ben hepinize söz geçiririm de siz rahatlıktan vazgeçmek istemiyorsunuz. Siz sadece sizin işinize geleni yapıyor, sadece kendinizi düşünüyorsunuz."

Sinav

     Elbet hatırlarsınız , ilkokulda bir fasulye deneyi vardı, hani bir fasulye tanesini iki mendilin arasına koyup çimlendirmek filan . Aslında çoğunuz farketmediniz ama belkide hayatınızdaki sorumluluk adına ilk sınavdı o fasulye, sadece sınıfı geçmek yada o dersten yüksek not almak için değildi.Tabi bu ödevi hangi öğretmen böyle düşünerek vermiş olabilir tartışılır ancak şunu bilmek gerekir ki önemli olan kendi sınavlarımızı geçebilmektir. Hayatın önümüze koyduğu sınavları geçebilmek.
Peki neydi bu sınavlar ?

Kira mı ?
Para mı ?
Am mı ?
Okul mu ?
İş mi ?
Şöhret mi ?

Yoksa sadece insan olmayı yada insan kalmayı başarabilmek mi ?
Eminim şu son soruyu sormasam ve yukarıdaki soruları ordan burdan rastgele insanlara sorsam, kimse dönüp de şu son soruyu aklına getirmez.

Düşünün beyler , o kadar körelmiş bir durumdayız. Tek amacımız hayatta kalmakmış gibi yaşıyoruz. Güzel bir iş, ev, araba, kadınlar, para. Acı ama birçoğumuz için hayat bunlardan ibaret.

Köreltildik,
Susturulduk,
Bağlandık.

Hepimiz sahte bir özgürlükle mahkum hayatı yaşamaktayız ve bunun farkına varan yok denecek kadar az(!). Farkına varanlarda ya görmezden geldiler yada korktular, çünkü bu "yeni dünya" yanlışları doğrular olarak gösterdi bizlere.



Ee ne oldu peki ? Kimsemi anlamadı bu oyunu ? Yada kimsede mi bu oyunları anlayacak kadar beyin yok ?

Hayır var, herkeste bu kadar beyin var ve herkeste birşeylerin ters gittiğinin farkında, ancak az önce de dediğim gibi sadece hayatta kalmak için yaşıyoruz.

Önce komşuluklar gitti,
sonra arkadaşlıklar,
dostluklar,
en sonunda da insanlığımız.

Hepimizi "bir" leştirdiler. Çünkü amaçları buydu, bizi güçsüzleştirmek ve bununda tek yolu denekleri(!) farkında olmadıkları bir yanlızlığa mahkum etmekti.
Ve ettiler de, hepinizin beyinlerine girdiler, insanlığınızı alıp kendileri için basit para makineleri yarattılar. Alamayacakları birtek beyniniz vardı ve alamadılar da, ancak onuda körelttiler, hepinize birer at gözlüğü takıp özgürlüğe sürdüler.

Şu ana kadar birçok sınav kazandınız, ama bunların hiçbirisi kendi sınavlarınız değildi.

Dusun

Neredesin şu an? Ne yapıyorsun?

İnan bana güzel bir şey. Zira bu yazının sana bir şeyler kazandıracağını düşündün ve ne kadar uzun olduğundan habersizce açtın. Bu bile bir şey... Cesaretine hayran kaldım.

Her şeyi yanlış biçimde kullanmakta üstümüze yok, biliyorsundur. Neden ilerlemeyi düşünmüyor peki herkes senin gibi? Bak burada sadece Türkiye'den bahsetmiyorum. Genel bir gençlik saçmalığı dolaşıyor dünyada farkında mısın?

Tamam, Türkiye'ye indirgeyelim. Bunu okuduktan sonra "sen" ne yapacaksın? Hiçbir şey yapmadığını farketmek ne kadar zaman alacak? Sosyal paylaşım ağlarında özlü sözler yazmak seni filozof yapacak mı sanıyorsun? Bak çok güzel bir çıkış noktası bulduk. Müsaade et, isimsiz kahramanlarımızdan(!) sana örnekler vereyim.


"Senin olurum çünkü sen her şeyin en iyisini hakediyorsun" diyen bir bayan arkadaşı gördüm. Bunun üzerine ona bazı şeyleri açıklamaya çalıştım. Kendini ne kadar alçak görürsen insanların gözünde ne kadar yükseleceğinden bahsettim. Geldiği yeri unutmamasını sağlamak istedim. Gelmiş geçmiş en olağanüstü iş başvurusu Leonardo Da Vinci tarafından yazılmış olmasına rağmen çekingenlikten dolayı iletilmedi. Fazla şaaşalı geldi. Ülkemizin en büyük mimarı, "Bu değersiz kul" diye bahsetti kendinden mektubunda. Şimdi sana sorayım güzel kardeşim; Neyin en güzelisin sen? Neyin en iyisisin? Daha yaşın 19. Ne başardın bugüne kadar da kendini böyle tanıtma gereği duydun? Üstelik madem o kadar iyisin, bizim seni biliyor olmamız lazım. Sen niye tanıtıyorsun?
Bir başka arkadaşım çıkmış aynı sosyal paylaşım platformuna, yazmış; Oruç tutmuyorsun, ateş seni çağırıyor.

Şimdi nerden geldin güzel kardeşim dine? Nerden biliyorsun benim hayatım nasıl geçiyor, müslüman mıyım değil miyim? Ne diye dinime karışma gereği duydun? Cehenneme sadece "oruç tutmadığı için" giden kaç kişi gördün? Kaç kez gittin geldin de biliyorsun?

Nedir insanımızdaki bu kendini beğenmişlik? Dünyanın önde gelen filozofları yüzlerce yıl önce söylemiş ki; Hiçbir şeyden emin olamayız. Hiçbir konuda kesinlik ile konuşamayız. Socrates demiştir; Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.

Sen ne biliyorsun 19 yaşında da ona buna ders veriyorsun? Düşün kardeşim önce haddini biliyor musun? Ben çok düşünürüm bu konuyu. İnsan her daim haddini bilmeli. Konuşmadan önce düşünmeli. 2 kere düşünmeli gerekirse.

Bir arkadaşımız yazmış, güzel ince bir bayanımız; "Şişko, göbekli kızlar şort giymesin artık!"
Sana ne zararı oldu o göbekli insanın arkadaşım? Hastalığı mı var bilemezsin, depresyon mu bilemezsin, ilaç mı bilemezsin, irsi mi bilemezsin. Senin mantığınla engelliler dışarı çıkmasın güzelim? Senin yolunda sadece yakışıklı, senin tipin erkekler gezsin. Biz de bu kurguya film deriz. Sen de bunu anca filmlerde görürsün.

Hala tek başıma veriyorum bunun kavgasını. Çekinmeden doğru bildiklerimi yazıyorum cevap olarak. Kimseyi küçük düşürmek değil amacım, doğruları yanlışları kendi bildiğimce göstermek.

Sizden farklı olandan korkmayın. Farklılıklar bizi birbirimize çeker. Farklı düşünceleri, fikirleri gördükçe daha zengin bakış açısına sahip olacağız. Her ev kırmızıya boyansa ne anlamı kalır? Kötünün içindeki güzelliği göremeyecek kadar kör müsünüz?  İnsanları dış görüşleriyle "bu böyle, o şöyle" diyecek kadar basit misiniz?

Fazlasını hakediyoruz. Ciddiyim. Siz de biz de onlar da daha iyisini hakediyor. Tarihimizi bilmeden, kültürümüzü bilmeden, dinimizi bilmeden 3 kuruşluk bilgilerle hiçbir tartışmayı kazanamaz, hiçbir fikrimizi savunamazsınız.

Öğrenmekten korkmayın. Kötü bilgi yoktur. Gereksiz bilgi yoktur. Kötü olan bilgi değil, içeriğidir. Bunu bilirseniz, uzak durmanız gerekenleri de bilirsiniz. Ama her şeyden önce haddinizi bilirsiniz.

Biraz gayret etsen? Bir adım atmayı denesen. Evet, 1000 Km 1 adımla başlar ama kimse senden 1000 Km yürümeni istemiyor, istemeyecek. Sen önce o bir adımı at. Elbet birileri gelir tutar elinden. Sen önce yolunu göster, ne tarafta yer aldığını göster. Ne için ilerleyeceğini göster. Hedefini göster. Gidersin, gidemezsin sorun değil. Yeter ki o adımı at kardeşim, korkma at.

Ülkemiz "serkan is my girl"den fazlasını hakediyor. Gencimiz basit kız muhabbetinden, futbol muhabbetinden fazlasını hakediyor. Ev hanımlarımız "o benim kaynıma yan gözle baktı"dan fazlasını hakediyor.

Siz bekliyorsunuz ki biri bir şeyler yapsın, biz de uyalım. Yok öyle bir şey kardeşim, durma sen bir şeyler yap. Çok mu zor elini vatanın için milletin için taşın altına sokmak. Hani sağa sola yazıyorsun ya vatanımıza canımız feda, bir saniye düşünmeyiz diye. Bırak canın sende kalsın, sen bize canlı lazımsın. Yap yapabileceğini şimdi. Oturup pc başında sağa sola filozofik yazılar yazmakla, alemde ismimiz resmimiz zırvalamalarıyla, sevdiğimize çiçek değil, ömür veririz demekle... Kısacası Polat Alemdarcılıkla dönmüyor bu işler.

Çalışmakla dönüyor. Öğrenmekle dönüyor. Öğrendiklerini uygulamakla dönüyor. Öğretmekle dönüyor.


Bu kadar korkak olma kardeşim. Bir iki adım sen atarsın, bir iki adım da diğeri. Sen yeter ki göster yapabileceğini. İnan tek değilsin. Ben de tek değilim. Bir milletiz, bir vatanız, bir yumruğuz ancak bu olayı yazmakla değil, hissetmekle oluyor.
Ben şöyleyim, ben böyleyim demekle olmuyor. Sen sus, yaptığın iş konuşsun. İnsanlar seni tanımlar sen istediğin kadar en iyisiyim de. Bugün TBMM'nin açılımını bilmeyen memurumuz var. Bill Gates adını, George Bush adını bilmeyen insanımız var. Bugün çıksan Bülent Arınç'ı tanımayanlarımız var. Sokakta senin, benim yaşımda Ergenekon'u dizi zanneden insan var.

En iyisi, en zengini olsan da seni tanımayanlar olacak. Yani sen öyle sandığın kadar da önemli değilsin kardeşim, senden 7.5 milyar tane daha var. 
Ne kadar önemli olduğunu da ne kadar değersiz olduğunu da bil. Bu çizgiyi de kaçırma. Hiçbir şey yapamayacak kadar değersiz de değilsin, vazgeçilemeyecek kadar değerli de. Yeter ki bil yerini.







Bir şeyleri değiştiremeyecek kadar küçük görüyorsan kendini, bir sinek ile odaya gir. 
Sinekten büyük olmana rağmen sen onu alt edemeden seni kaç defa ısırdığını anladığında senin de nasıl etki yaratabileceğine inanabilirsin belki.

24 Nisan 2012 Salı

Mirror of Agony


Çoğunuz bu güne kadar bilgisayarın karşısında g*t büyütmekten başka hiçbirşey yapmadınız,hayatı rastgele yaşadınız yada başka bir deyişle kafanızdan bir rüzgar uydurdunuz ve sözde rüzgarlarla savrulduğunuzu iddia ettiniz.Ama dediğiniz herşeyin aslında kendinizi kandırmaktan başka birşey olmadığını sizde biliyordunuz , yapacak birşey yok gibi geliyordu değil mi , ancak öyle değil işte.



Çoğunuz 5 maymun deneyindeki maymunlardan farksızsınız , hepinizde bir kabullenmişlik var.Bu hayatı , bu dolandırmacayı hatta bu komediyi kabullenmişlik var.Birşeylerin aslında göründüğü gibi olmadığını fındık kadar aklınızla , az da olsa farketmişssinizdir.Ama o sıcak kıçınızı yerinden hiç kaldırmadınız,kaldırdığınızda da ya am peşine düştünüz yada hiçbir önemliliği olmayan bir popularite sevdasına kapıldınız,hayattaki tek önemli şey buymuş gibi bunların peşinde koştunuz ve hiçbiriniz nasıl kandırıldığınızın farkına varmadınız.Hepiniz aslında büyük bir planın parçaları olduğunuzun farkına varamadınız.

Şimdi kalkınma zamanı , kıçınızı o süslü koltuğunuzdan kaldırma vakti,başkalarının değil kendi hayatınızı yaşama vakti.Tek başıma ne yapabilirim ki diyorsunuz biliyorum ancak sizin gibi düşünen onbinlerin olduğunu unutmayın.Ben burdan bir kişiye ulaşsam o bir kişide başka bir bir kişiye ulaşsa o sizin önemsemediğiniz "bir" ler ne kadar korkunç bir hal alır tahmin edemezsiniz.Aslında edersiniz de etmek istemezsiniz.Size şu kadar diyim , belki basit ama en mantıklı açıklaması bu.

Üzerinize oynanan ve içine çekildiğiniz "oyunun" tek amacı bu birliği ve beraberliği yıkmak,milyonları "bir" lere dönüştürmek ve sizi içinde bulunduğunuz bu kendine güvenmeyen , aslında baş kaldırdığında neleri başarabileceğini bilmeyen , bilmek istemeyen.Düşünceleri asimile edilmiş , hayatları 17' inç lik bir ekrana mahkum olmuş "piyon"lar oluşturmak. Peki vezir olmak varken piyon olmak neden ? Şoför olmak varken yolcu olmak neden ? İnsan olmak varken bu maymunluk neden ? Değerinizi bilin amk,neleri değiştirebileceğinizi bilin.Bu oyun bir satranç ise ve bizde piyonlarsak,tek amacımız vezir olmak olmalı.O son kareye gidebilmek , ve oyunun kaderini değiştirebilmek olmalı. Ve bunada bu yazı ile başlayabilirsiniz